Türkiye Büyük Millet Meclisi Dönemi :(Bölüm - 5)
23.Nisan.1920 Tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin resmen açılışı yapıldıktan sonra, ülke yönetim sistemi için yapılan çalışmalar, kanunlar, istiklal savaşlarının galibiyetle sonuçlanması, anlaşmalar ve Cumhuriyetin kurulma aşamalarına kadar geçen dönem.
İçindekiler :
ÇIKARLARINI KİRLİ BİR TAHTIN ÇÜRÜMÜş,
ÇÖKMÜş AYAKLARINA SARILMAKTA BULANLAR
OSMANLI SALTANATININ KALDIRILMASI
KARARININ VERİLDİĞİ GÜN, TEşKİLAT-I ESASİYE, şER'İYE VE ADLİYE KOMİSYONLARININ
ORTAK TOPLANTISI
KARMA KOMİSYONA ANLATTIĞIM GERÇEK
OSMANLI SALTANATI'NIN YIKILIş VE GÖÇÜş
MERASİMİNİN SON SAFHASI
HAİN VAHDETTİN BİR İNGİLİZ HARP GEMİSİYLE
İSTANBUL'DAN KAÇIYOR
ASİL BİR MİLLETİ UTANILACAK BİR DURUMA
DÜşÜREN SEFİL ABDÜLMECİT EFENDİ'NİN BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'NCE HALİFE SEÇİLMESİ
ABDÜLMECİT EFENDİ, BABASININ ADI
DOLAYISIYLA DA OLSA "HAN" ÜNVANINDAN VAZGEÇEMİYOR
HALİFE OLACAK ZATIN SIFAT VE YETKİSİ NE
OLACAKTI
TÜRK HALKI KAYITSIZ VE şARTSIZ
HAKİMİYETİNE SAHİPTİR
LOZAN BARIş KONFERANSI
OSMANLI DEVLETİ'NİN DÜNYA GÖZÜNDE HİÇBİR
DEĞERİ KALMAMIşTI
HALKIN İÇİNDE BULUNDUĞU PSİKOLOJİYİ,
DÜşÜNCE EĞİLİMLERİNİ BİR DAHA İNCELEMEK İÇİN HALKLA YAKINDAN TEMASA GEÇMEK
MİLLİ HAKİMİYET İLE HİLAFET MAKAMININ
DURUMLARI VE İLİşKİLERİ
HALİFE OLAN ZATI ÜMİTLENDİRECEK BAĞLILIK
GÖSTERİLERİ
DİN OYUNU
AKTÖRLERİ HALİFE'Yİ BÜTÜN İSLAM DÜNYASINA HÜKÜMDAR YAPMAK İSTİYORLARDI
HİLAFET KONUSUNDA HALKIN şÜPHE VE
ENDİşESİNİ GİDERMEK İÇİN YAPTIĞIM AÇIKLAMALAR
TEşKİLAT-I ESASİYE KANUNU'NDA DÜĞÜM
NOKTALARI
HALK PARTİSİ'Nİ KURMA TEşEBBÜSÜ
DOKUZ İLKE VE PARTİMİZİN İLK PROGRAMI
LOZAN KONFERANSI GÖRÜşMELERİ KESİLDİ
MECLİSTE'Kİ MUHALİFLERİN ÇEşİTLİ SALDIRI
HAREKETLERİ
"BENİ
VATANDAşLIK HAKLARINDAN MAHRUM ETMEK" TEKLİFİ ÜZERİNE MECLİSTE YAPTIĞIM
KONUşMA
TEKLİF EDİLEN MADDEDEKİ şARTLAR BENDE
NEDEN YOKTU
MİLLETİN BANA KARşI GÖSTERDİĞİ SEVGİ VE
GÜVENİN SAMİMİ İFADELERİ
YENİDEN SEÇİM YAPILMASI KARARI
LOZAN
KONFERANSI'NIN İKİNCİ SAFHASI VE YENİ SEÇİMLERDE MİLLETİN GÖSTERDİĞİ UYANIKLIK
NURETTİN
PAşA'NIN BAĞIMSIZ MİLLETVEKİL OLMA TEşEBBÜSÜ VE YAYINLADIĞI HAL TERCÜMESİ
NURETTİN PAşA'NIN VE BABASI MAREşAL
İBRAHİM PAşA'NIN MEşRUTİYET İNKILABINDA NASIL VE NE DERECEYE KADAR ROL
OYNADIKLARI KONUSUNDAKİ HATIRALARIM
HAL
TERCÜMESİ BROşÜRÜNE GÖRE NURETTİN PAşA'NIN MEşRUTİYET'İN İLANINDAN SONRA
GÖRDÜĞÜ HİZMETLER
IRAK SEFERİNDE NURETTİN PAşA
BÜYÜK TAARRUZ'DA NURETTİN PAşA SAVAş
MEYDANINI DÜRBÜNLE SEYRETMEYİTERCİH EDİYORDU
HAL TERCÜMESİ BROşÜRÜNE GÖRE NURETTİN
PAşA'NIN İSTANBUL'DA VE ANADOLU'DA GÖRDÜĞÜ ÖNEMLİ İşLER NELERDİ?
NURETTİN PAşA, ZAFERDEN PAY ALMAYA EN AZ
HAKKI OLANLARDAN BİRİDİR
NURETTİN PAşA'YI VE ORDUSUNU BİZZAT TAKİP
ETMEK VE YÖNETMEK ZORUNDA KALDIM
MİLLET VE TARİH ÜNVAN VERMEKTE O KADAR
CÖMERT DEĞİLDİR
ÇIKARLARINI KİRLİ BİR TAHTIN ÇÜRÜMÜş, ÇÖKMÜş AYAKLARINA SARILMAKTA
BULANLAR
Bütün çıkarlarını yalnız kirli bir
tahtın çürümüş çökmüş ayaklarına sarılmakta gören, Tevfik Paşa ve benzeri
paşalardan kurulu Vahdettin Hükümeti'nin, gizli maksatlarını ne olursa olsun
kabul ettirmekten başka hiçbir şeyle uğraşmadıkları anlaşılıyordu. Tevfik Paşa,
bana çektiği telgrafa verilen cevaptan haberi olmadığını bildirdikten sonra,
doğrudan doğruya 29 Ekim 1922 tarihli telgrafıyla ve Sadrazam ünvanıyla Meclis
Başkanlığı'na başvurdu (Belge: 263).
Bu telgrafta yazılanlar, Osmanlı
devrinin Tevfik Paşa'larına yaraşır bir biçimdeydi. Tevfik Paşa ve arkadaşları,
bu telgraflarında, kazanılan başarının elde edilmesine hizmet ettiklerinden
bahsedecek kadar cesaret gösterebilmişlerdir.
Efendiler, gayri meşru olarak,
Osmanlı Devlet'inin Hükümeti adını taşımak gafletinde bulunan Tevfik Paşa,
Ahmet İzzet Paşa ve benzerlerinden kurulu son Osmanlı Hükümeti üzerinde daha
fazla durmanın bir yararı yoktur. Sözü Meclis görüşmelerine getireceğim.
Üzerinde durduğumuz konu
dolayısıyla, Meclis'te 30 Ekim 1922 günü görüşmeler başladı. Birçok konuşmacı
birçok şeyler söyledi. Istanbul'daki Osmanlı Hükümet'lerini ele aldılar. Ferit
Paşa devresinden sonra Tevfik Paşa perdesinin açıldığını ve bu perdeyi
açanların idrakten yoksun, vicdandan yoksun birtakım insanlar olduğunu
belirterek, bu adamlara gereken kanuni işlemin yapılmasını istediler.
"Böyle bir anlayışta olan, yani bize bu kadar ahmakça tekliflerde bulunan
kimseler -...- gerçekten Babıali'nin tarihi kimliğine imzasını koyan ve her
şeyden çok oraya bağlı olan şahıslardır.. ." dediler.
İstanbul'da hükümet adını ve
kimliğini takınan adamların; Hıyanet-i Vataniye Kanunu'na göre
cezalandırılmalannı isteyen önergeler okundu.
Efendiler, Osmanlı Imparatorluğu'nun
yıkılmış olduğunu, yeni bir Türkiye Devleti'nin doğduğunu, Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu gereğince hakimiyet haklarının millete ait bulunduğunu ifade eden bir
önerge hazırlandı. Sekseni aşkın arkadaşa imza ettirildi. Bu önergede benim de
imzam vardır.
Bu önerge okunduktan sonra, ciddi
olarak muhalif duruma geçenlerin başında iki kişi vardı.
Bunlardan biri Mersin Milletvekili
bulunan Salahattin Bey'dir. İkincisi, İzmir'de asılan Ziya Hurşit'tir. Bunlar
Saltanat'ın kaldırılmaması görüşünde olduklarını açıkca belirttiler.
OSMANLI SALTANATININ KALDIRILMASI
KARARININ VERİLDİĞİ GÜN, TEşKİLAT-I ESASİYE, şER'İYE VE ADLİYE KOMİSYONLARININ
ORTAK TOPLANTISI
Efendiler, 31 Ekım 1922 günü Meclis
toplanmadı. 0 gün Müdafaa-i Hukuk Grubu toplantısı oldu. Bu toplantıda, Osmanlı
Saltanatı'nın kaldırılmasının zaruri olduğunu anlattım. 1 Kasım 1922 günü
yapılan Meclis toplantısında, aynı konu uzun tartışmalara uğradı. Meclis'te de
geniş bir konuşma yapmak gereğini duydum (Belge: 264).İslam ve Türk tarihinden
örnekler vererek hilAfet ve saltanatın ayrılabileceğini, milli hakimiyet ve
saltanat makamının Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini, tarihi olaylara
dayanarak açıkladım. Hülagü'nün Halife Mu'tasım'ı idam ettirerek yer yüzünde
hilafete fiilen son verdiğini ve 1517'de Mısır'ı alan Yavuz, ünvanı halife olan
bir mülteciye önem vermeseydi, hilafet ünvanının günümüze kadar miras kalmış
bulunamayacağını anlattım.
Bundan sonra bu konu ile ilgili
önergeler üç komisyona, Teşkilat-ı Esasiye, İer'iye ve Adliye Komisyonları'na
gönderildi. Bu üç komisyon üyelerinin bir araya gelip, konuyu bizim güttüğümüz
maksada uygun bir çözüme bağlaması elbette güçtü. Durumu yakından ve bizzat
takip etmek gerekti.
KARMA KOMİSYONA ANLATTIĞIM GERÇEK
Üç komisyon bir odada toplandı.
Başkanlığına Hoca Müfit Efendi'yi seçti. Konuyu görüşmeye başladılar. İer'iye
Komisyonu'nda bulunan hoca efendiler, hilafetin saltanattan ayrılamayacağını,
bilinen safsatalara dayanarak iddia ettiler. Bu iddiaların yersizliğini ortaya
koyup çürütmek için serbestçe konuşabilecek olanlar ortaya çıkar görünmediler.
Biz, çok kalabalık olan bu odanın bir köşesinde tartışmaları dinliyorduk. Bu
şekildeki görüşmelerin istenilen sonuca varmasını beklemek boşunaydı. Bunu
anladık. Sonunda, karma komisyon başkanından söz istedim. Önümüzdeki sıranın
üstüne çıktım. Yüksek sesle şu konuşmayı yaptım: "Efendim, dedim,
hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye ilim gereğidir diye,
görüşme ve tartışmayla verilmez. Hakimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve
zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hakımıyet ve saltanatına el
koymuşlardır. Bu zorbalıklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. İimdi de
Türk milleti bu saldırganlara isyan ederek ve artık dur diyerek, hakimiyet ve
saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Söz konusu
olan, millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız
meselesi değildir. Mesele, zaten oldubitti haline gelmiş olan bir gerçeği
kanunla ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar. Meclis ve
herkes meseleyi tabii olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde,
yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat, belki de bazı
kafalar kesilecektir.
İşin ilim yönüne gelince, hoca
efendilerin merak ve endişeye kapılmalarına yer yoktur. Bu konuda "ilmi
açıklamalarda bulunayım" dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalar
yaptım. Bunun üzerine, Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi,
"Affedersiniz efendim, dedi, biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk;
açıklamalarınızla aydınlandık" dedi. Konu karma komisyonca çözüme
bağlanmıştı.
OSMANLI SALTANATI'NIN YIKILIş VE GÖÇÜş
MERASİMİNİN SON SAFHASI
Sür'atle kanun tasarısı hazırlandı.
O gün Meclis'in ikinci oturumunda okundu. Ad okunarak oya konması teklifine
karşı, kürsüye çıktım. Dedim ki, "Buna gerek yoktur. Memleket ve milletin
istiklâlini ebedî olarak koruyacak ilkeleri, yüce Meclis'in oy birliği ile
kabul edeceğini sanırım." "Oya" sesleri yükseldi. Sonunda,
başkan oya sundu ve "oybirliği ile kabul edilmiştir" dedi. Yalnız
olumsuzluk bildiren bir ses işitildi:"Ben muhalifim!" Bu ses
"söz yok" sesleriyle boğuldu. İşte Efendiler, Osmanlı Saltanatı'nın
yıkılış ve göçüş merasiminin son safhası böyle geçmiştir.
HAİN VAHDETTİN BİR İNGİLİZ HARP
GEMİSİYLE İSTANBUL'DAN KAÇIYOR
17 Kasım 1922 tarihli resmî bir
telgrafın ilk cümlesi şuydu : "Vahdettin Efendi bu gece saraydan
ayrılmıştır. " Bu telgrafın bir iki cümlesini daha 18 Kasım 1922 gününe
ait Meclis tutanaklarında okumuşsunuzdur. Fakat telgrafın aslında, bu ayrılışa
kimlerin yardım etmiş olabileceğinden, kutsal emanetlerin nasıl korunacağından
ve daha başka hususlardan bahseden alt tarafı da vardır.
Aynı gün Meclis'te okunmuş bir
mektup suretiyle ona ekli -ajans- larla yayınlanmış bir bildiri suretini de
zabıtlardan bir daha okuyalım :
17.11.l922
Mektup Sureti
Bir nüshasını ilişik olarak sunduğum
resmi bildiride açıklandığı gibi, Zâtışâhâne, İngiltere'nin koruyuculuğuna
sığınarak bir İngiliz harp gemisiyle İstanbul'dan ayrılmıştır....
İmza : Harrington
Mektuba Ekli Bildiri Sureti
Resmen bildirilir ki, Zâtışâhâne,
bugünkü durum karşısında hürriyet ve hayatını tehlikede gördüğünden, bütün
Müslümanların halifesi sıfatıyla İngiliz himayesini ve aynı zamanda
İstanbul'dan başka bir yere götürülmesini istemiştir. Zâtışâhâne'nin isteği bu
sabah yerine getirilmiştir. Türkiye'deki İngiliz Kuvvetleri'nin Başkomutanı
General Sir Charles Harrington, (Sör Çarlz Harrington) Zâtışâhâne'yi almaya
giderek bir İngiliz harp gemisine kadar kendisine eşlik etmiş ve Zâtışâhâne,
vapurda Akdeniz Filosu Genel Komutanı AmiralSir De Brook (Sör Bruk) tarafından
karşılanmıştır. İngiliz Fevkalâde KomiserVekili Sir Newill Henderson,
Zâtışâhâne'yi gemide ziyaret ederekKral Beşinci George' a bildirilmek üzere
arzularını sormuştur.
General Harrington'un Ulviye Sultan
adındabir hanıma gönderdiği Fransızca bir mektup da vardır.
Bu mektup, hiçbir karşılık verilmemiş
olduğu notuyla Refet Paşa' ya gönderilmiş.O da, 25 Kasım
1922 tarihinde bize bir suretini
göndermişti. Fransızca mektubun bize gönderilen Türkçe sureti şudur :
Sultan Hanımefendi Hazretleri, İu
sıralarda Malta'ya yaklaşmakta olan Padişah Hazretleri'nden, ailesinindurumu
hakkında bilgi rica eden bir telsiz aldım. Bu konuda, geçen CumartesiYıldız'dan
bilgi almış ve Kadınefendi Hazretleri'nin sağlık ve neş'elerinin
yerindeolduğunu öğrenmiş ve derhal Zâtışâhâne'ye arz etmiştim. Eğer Padişah
Hazretleri'nin aileleri hakkında yeni bilgiler lûtfederseniz, onu da derhal
Zâtışâhâne'yesunmakla mutluluk duyarım. Zâtışâhâne'nin içinde bulundukları
güçlükler dolayısıyla, en samimî dileklerimi Kadınefendi Hazretleri'ne ve pek
muhterem ailelerine sunmama izin vermenizi ve en derin saygı ve tazimlerimin
kabulünü rica edcrim.
İmza : Harrington
Efendiler, bu son mektup, üzerinde
durulmaya değer nitelikte değildir. Bundan başka, General Harrington' un,
İstanbul'daki askerî memurumuza yazdığı mektup ile ekinde yazılanlar üzerinde
görüş belirtmeyi de gereksiz bulurum.
ASİL BİR MİLLETİ UTANILACAK BİR DURUMA
DÜşÜREN SEFİL
Kamuoyunu gerçek durumla karşı
karşıya bırakmayı tercih ederim. O zaman, Saltanat'ı atadan oğula geçirmek gibi
yanlış bir usulün sonucu olarak, büyük bir makam, tantanalı bir ünvan
kazanabilmiş birsefilin, gururu çok yüksek asil bir milleti nasıl utanılacak
bir duruma düşürebileceği kendiliğinden anlaşılır.
Gerçekten de, her ne sebeple ve ne
şekilde olursa olsun, Vahdettin gibi hürriyetini ve hayatını milleti içinde
tehlikede görebilecek kadar âdi bir yaratığın, bir dakika bile olsa, bir
milletin başında olduğunu düşünmek ne hazindir! İükre değer bir durumdur ki, bu
alçak, mirasına konduğu Saltanat makamından millet tarafından atıldıktan sonra,
alçaklığını sonuna kadar getirmiş oluyor. Türk milletinin bu işte önce davranması
elbette takdire değer.
Âciz, âdi, duygu ve anlayıştan
yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının koruyuculuğuna
sığınabilir; ancak, böyle bir yaratığın bütün Müslümanların Halifesi sıfatını
taşıdığını ifade etmek elbette doğru değildir. Böyle bir düşünce tarzının doğru
olabilmesi, öncelikle, bütün Müslüman milletlerin esir olmaları şartına
bağlıdır. Halbuki, dünyada gerçek böyle midir? Biz Türkler, bütün tarihimiz
boyuncahürriyet ve istiklâle sembol olmuş bir milletiz! Değersiz hayatlarını
ikibuçuk gün daha fazla ve sefilce sürükleyebilmek için, her türlü düşkünlüğe
katlanmakta bir sakınca görmeyen halifeler oyununu da sahneden
kaldırabildiğimizi gösterdik. Böylece, devletlerin, milletlerin biribirleriyle
olan ilişkilerinde, şahısların, özellikle bağlı bulundukları devlet ve milletin
zararına da olsa şahsî durumlarından ve kendi hayatlarından başka birşey
düşünemeyecek pespavelerin herhangi bir önemi olamayacağı şeklindeki bilinen
gerçeği bir defa daha ortaya koymuş olduk.
Milletler arasındaki ilişkilerde
mankenlerden yararlanma yönteminerağbet etme devrine son vermek medenî dünyanın
samimî bir dileği olmalıdır.
ABDÜLMECİT EFENDİ'NİN BÜYÜK MİLLET
MECLİSİ'NCE HALİFE SEÇİLMESİ
Saygıdeğer Efendiler, Türkiye Büyük
Millet Meclisi' nce kaçak Halife'nin halifeliği kaldırıldı. Yerine. sonuncu
halife olan Abdülmecit Efendi seçildi. Meclis'çe, yeni halife seçilmeden önce,
seçilecek şahsın da padişahlık sevda ve davasına katılarak, herhangi bir
yabancı devlete sığınması ihtimalini ortadan kaldırmak gerekiyordu. Bunun için
İstanbul'da bulunan görevlimiz Refet Paşa' ya, Abdülmecit Efendi ile görüşerek
ve hattâ elinden Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin hilâfet ve saltanatla ilgili
kararını tamamen kabul ettiğini bildiren bir belge alarak göndermesini yazdım.
Bu yazdıklarım yapılmıştır.
18 Kasım 1922 günü, İstanbul'da
Refet Paşa' ya bir şifreli telgrafla verdiğim talimatta başlıca şu noktaları
belirtmiştim : "Abdülmecit Efendi, Halife-i Müslimîn ünvanını
kullanacaktır. Bu ünvana başka bir sıfat ve kelime eklenmeyecektir. İslâm dünyasına
duyurulmak üzere hazırlayacağı bir bildiriyi, sizin aracılığınızla önce bize
şifre olarak bildirecektir. Bu bildiri, onaylandıktan sonra yine şifre ile ve
sizinaracılığınızla kendisine bildirilecek, ondan sonra yayınlanacaktır. Bu
bildiri metninde başlıca şu noktalar yer alacaktır :
a)
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin
kendisini halifeliğe seçmesinden dolayı memnun olduğu açıkça söylenecektir.
b)
Vahdettin Efendi' nin hareket tarzı
etraflı olarak ele alınıp kötülenecektir.
c)
Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun 10.
maddesine kadar olan hükümleri, uygun bir biçimde açıklanarak ve önemli olan
ifadeleri olduğu gibi tekrarlanarak Türkiye Devleti'nin, Büyük Millet
Meclisi'nin ve Hükûmeti'nin kendine has niteliğinin ve idare şeklinin Türk
halkı ve bütün İslâm dünyası için en yararlı ve en uygun rejim olduğu
belirtilip tespit edilecektir.
d)
Türkiye millî halk hükûmetinin
geçmişteki hizmetlerinden veyararlı çalışmalarından övücü bir dille
bahsedilecektir.
e)
Bu bildiride, belirtilen noktalar
dışında, siyasî sayılabilecek birnokta ve düşünce söz konusu edilmeyecektir.
19 Kasım 1922 tarihli açık bir
telgrafla da, Abdülmecit Efendi' ye : "Türkiye Devleti'nin hâkimiyetini
kayıtsız şartsız millete veren Teşkilât-ı Esasiye Kanunu gereğince, yürütme
gücü ve yasama yetkisi kendisinde belirmiş ve toplanmış bulunan, milletin tek
ve gerçek temsilcilerinden kurulu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 1 Kasım 1922
tarihinde oybirliği ile kabul ettiği gerekçe ve ilkeler çerçevesinde ve Yüce
Meclis'in 18 Kasım 1922 tarihli oturumunda halifeliğe seçilmiş olduğunu
bildirdim.
19 Kasım 1922 tarihli bir şifreli
telgrafla Refet Paşa, çektiğimiz telgraflara cevap veriyordu. Abdülmecit Efendi
: "imzasının üstünde Halife-i Müslimîn ve Hâdimü'1-Haremeyn ünvanlarının
bulunmasının ve Cuma selâmlığında hil'ât giymesinin ve Fatih' inki gibi bir
sarık sarınmasının mümkün ve uygun olacağı görüşünüileri sürmüş. İslâm
dünyasına yayınlayacağı bildiri metninde, Vahdettin Efendi hakkında bir şey
söylemeyeceğini bildirmiş. Bildiri İstanbul gazetelerinde yayınlanırken,
Türkçesi ile birlikte Arapçaya çevrilmiş ve metninin de yayınlatılması görüşünü
ortaya atmış.
Refet Paşa' ya, 20 Kasım 1922 günü
makine başında verdiğim cevapta, "Halife-i Müslimîn" ünvanıyla
birlikte "Hâdimü'1-Haremeyni'ş-şerifeyn" ünvanının kullanılmasını da
uygun bulduğumu söyledim. Cumatöreninde Fatih' in kıyafetine girmesini uygunsuz
buldum. Redingot veya istanbulin giyebileceğini, askerî üniformanın elbette söz
konusu olamayacağını bildirdim. Yayınlanacak bildiride, Vahdettin' in
adısöylenmeden eski halifenin manevî şahsiyetinin ve zamanında düşülen kötü
durumun dile getirilmesinin gerekli olduğunu bildirdim.
ABDÜLMECİT EFENDİ, BABASININ ADI
DOLAYISIYLA DA OLSA "HAN" ÜNVANINDAN
VAZGEÇEMİYOR
Refet Paşa'dan, 20 Kasım I922'de
aldığım şifreli telgrafın birinci maddesinde, Refet Paşadiyordu ki, Abdülmecit
Efendi' nin 29 Rebiülevvel tarihli yazısının altında "Halife-i Resûlullah
Hâdimü'1Haremeyni'ş-İerifeyn" ünvanının altında "Abdülmecid Bin
Abdülazîz Han" ) imzası kullanılmıştır.
Efendiler, yaptığımız uyarıyı iyi
karşıladığını bildirmiş olan Abdülmecit Efendi, "Halife-i Müslimîn"
yerine "Halife-i Resîılullah" ve babasının adı dolayısıyla
"Han" ünvanlarını kullanmaktan kendini alamamıştır. Birtakım
düşünceler ileri sürdükten sonra da, Vahdettin'le ilgili demeçten vazgeçtiğini,
çünkü başkasının kötü işlerini dile getirmek şeklinde bile olsa, bu türlü
demeçlerin kendi prensip ve karakterineağır geleceğinin aşikâr olduğunu
bildirmiş. Bu nokta telgrafın ikincimaddesinde yer almıştı, Telgrafın üçüncü
maddesi, benim Meclis Başkanı sıfatıyla kendisine, halifeliğe seçildiğini
bildiren telgrafıma yazdığı cevap niteliğinde idi. Bu cevapta : "Ankara'da
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretleri'ne diye, doğrudan doğruya şahsıma hitap eden bir başlık
kullanılmıştı. Dördüncü maddede, İslâm dünyasına duyuracağı bildiri
suretivardı. Bu bildirinin yazıldığı İstanbul'un
"Dârü'1-Hilâfetü'1Âliyye" olduğu da özenle belirtilmişti.
21 Kasım 1922 tarihli bir telgrafta
: "Halife-i Resulûllah yerine dahaönce de bildirdiğimiz gibi Halife-i
Müslimîn denilecektir" dedik. Kendisine, halife seçildiğini bildiren
telgrafımıza vereceği cevabın şahsıma değilTürkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na
yazılmasını hatırlattık. Yazılarında siyasî ve genel konularla ilgili
kelimelerin bulunduğunu, bunlardan kaçınılması gerektiğini bildirdik.
Efendiler, önemsiz ayrıntılar gibi
sayılması pek mümkün olan buaçıklamalarımla işaret etmek istediğim asıl nokta
şudur : Ben, şahıs hâkimiyetine dayanan saltanatın kaldırılmasından sonra,
başka ünvanla aynı nitelikle bir makamdan ibaret olması gereken hilâfetin de
ortadan kaldırılmış olduğunu kabul ediyordum. Bunun, elverişli bir zaman ve
fırsatta açıklanmasını tabiî buluyordum.
Halife seçilen Abdülmecit Efendi'
nin bu gerçekten büsbütün habersiz olduğu iddia edilemez. Özellikle ,kendisinin
Halife ünvanıyla saltanat sürmesinin imkân ve şartlarını hazırlayıp
sağlayabileceklerini hayal edenlerin varlığı düşünülürse, Abdülmecit Efendi'
nin ve tabiî taraftarlarının saf ve gafil oldukları zannına kapılmak hiç de
doğru olamazdı.
HALİFE OLACAK ZATIN SIFAT VE YETKİSİ
NE OLACAKTI
İimdi, arzu buyurursanız, Halife
seçimi dolayısıyla Meclis'in 18 Kasım 1922 günlü gizli oturumlarında geçen
görüşmelerle ilgili kısa bir bilgi vereyim :
Meclis'te konuyu pek ciddî ve önemli
sayanlar vardı. Özellikle hoca efendiler, kendi ihtisasları ile ilgili bir konu
bulduklarından çok dikkatli ve uyanık idiler. Bir halife kaçmış. .. Onu
makamından indirmek ve yenisini seçmek... Sonra, yenisini İstanbul'da
bırakmayıp Ankara'ya getirmek. . . Milletin ve devletin yakından başına
geçirmek. . . Kısacası, Halife' nin kaçması yüzünden Türkiye'de ve bütün İslâm
dünyasında karışıklık çıkmış veyahut çıkacakmış... Onun için tedbirler alınmalı
imiş... şeklinde düşünceler, endişeler ortaya atılıyordu.
Bazı konuşmacılar da halife olacak
zatın sıfat ve yetkisinin ne olacağını tespit gereğinden söz ediyorlardı.
Görüşme ve tartışmalara ben de
katıldım. Konuşmalarımın çoğu, ileri sürülen düşüncelere cevap niteliğinde idi.
Söylediklerimin özü şu cümlelerde toplanıyordu :
Bu konu fazlasıyla tartışılıp tahlil
edilebilir. Ancak, tartışma ve tahlillerde ne kadar ileri gidersek, konuyu
çözüme bağlamakta da o kadar güçlük ve gecikmelere uğrarız. Yalnız, şu noktaya
hepinizin dikkatini çekerim. Bu Meclis, Türk halkının Meclisidir. Bu Meclis'in
sıfat ve yetkileri yalnız ve ancak Türk halkının ve Türk vatanının varlığı ve kaderi
ile ilgili ve onlar üzerinde etki yapabilir. Meclisimiz, kendi kendine bütün
İslâm dünyasını içine alan bir güç ve kudrete sahip olamaz Efendiler! Türk
milleti ve onun temsilcilerinden kurulmuş bulunan Meclis'imiz kendi varlığını,
halife ünvanını taşıyan veya taşıyacak olan bir zatın eline veremez ve
vermeyecektir Efendiler! Bundan dolayı İslâm dünyasında karışıklık varmış
veyahut olacakmış. Bunların hepsi anlamsız ve yalan sözlerdir. Kim söylemişse
yalan söylemiştir, yalan söylüyor."
Bu sözüme itiraz eden bir zata cevap
verdim ve açıkça dedim ki :
- Sen yalan söyleyebilirsin,
yaratılışın buna elverişlidir!
Efendiler, ortalığı gürültüye
vermenin gereği olmadığını açıkladıktan sonra, dedim ki : "Bizim dünya
gözündeki en büyük güç ve kudretimiz, yeni şekil ve mahiyetimizdir. Hilâfet
makamı esaret altında olabilir. Halife ünvanını taşıyanlar, yabancılara
sığınabilirler. Düşmanlar ve halifeler elele verip her şeyi yapabilecek bir
işbirliğine girişebilirler. Fakat yeni Türkiye'nin rejimini, politikasını ve
kuvvetini hiç bir şekilde sarsamazlar .
TÜRK HALKI KAYITSIZ VE şARTSIZ
HAKİMİYETİNE SAHİPTİR
Türk halkının kayıtsız ve şartsız
hâkimiyetine sahip olduğunu bir defa daha ve kesinlikle tekrar ediyorum.
Hâkimiyet, hiçbir anlamda, hiçbir şekilde, hiçbir renk ve hiçbir kılavuzlukta
ortaklık kabul etmez. Ünvanı ister halife ister başka bir şey olsun, hiç kimse
bu milletin kaderine ortak çıkamaz. Millet buna kesinlikle müsaade edemez. Bunu
teklif edecek hiçbir milletvekili bulunamaz. Bunun içindir ki, kaçmış olan
Halife'nin Halifeliğine son verip, yenisini seçmek ve bu konu ile ilgili bütün
işlemlerde belirttiğim görüşler çerçevesinde hareket etmek zarurîdir. Başka
türlüsüne kesinlikle imkân yoktur.
Saygıdeğer Efendiler, biraz
tartışmalı ve gürültülü olmakla birlikte, yapılacak işlem üzerinde Meclis'te
çoğunlukla görüş birliği sağlandı. Ondan sonraki sonuç da yüksek
malûmunuzdur.
Saltanatın kaldırılması üzerine,
İstanbul'da hükûmet adını taşıyan Tevfik ve İzzet Paşa' larla arkadaşlarının
Saray'a istifalarını nasıl verdiklerinden; İstanbul'un yönetimini düzene sokmak
için verdiğimiz talimat ve emirlerden de söz ederek yüksek hey'etinizi yormayı
yararlı bulmuyorum.
LOZAN BARIş KONFERANSI
Lozan Konferansı genel toplantısı 21
Kasım 1922 günü yapılmıştır. Bu konferansta Türkiye Devleti'ni İsmet Paşa
Hazret1eri temsil etti. Trabzon Milletvekili Hasan Bey ve Sinop Milletvekili
Rıza Nur Bey, İsmet Paşa' nın başkanlığındaki delegeler hey'etini oluşturuyordu.
Hey'etimiz, Kasım 1922 başlarında
Lozan'a gitmek üzere Ankara' dan ayrıldı.
Efendiler, iki dönemden ibaret olup
sekiz ay devam eden Lozan Konferansı ve sonucu dünyaca bilinen bir
husustur.
Bir süre Ankara'da Lozan Konferansı
görüşmelerini takip ettim. Görüşmeler hararetli ve tartışmalı geçiyordu. Türk
haklarını tanıyan olumlu bir sonuç görülmüyordu. Ben bunu pek tabiî
buluyordıım. Çünkü, Lozan barış masasında ele alınan meseleler yalnız üç dört
yıllık yeni devreye ait ve onunla sınırlı kalmıyordu. Yüzyılların hesabı
görülüyordu. Bu kadar eski, bu kadar karışık ve bu kadar kirli hesapların
içinden çıkmak, elbette, o kadar basit ve kolay olmayacaktı.
Efendiler, bilindiği üzre, yeni Türk
Devleti'nin yerini aldığı Osmanlı Devleti, Uhud-ı Atîka adı altında birtakım
kapitülasyonların esiri idi. Hristiyan halkın birçok hakları ve ayrıcalıkları
vardı. Osmanlı Devleti, Osmanlı ülkesinde oturan yabancılara karşı yargı
hakkını uygulayamazdı; Osmanlı vatandaşlarından aldığı vergiyi, yabancılardan
alması engellenmiş bulunuyordu. Devletin varlığını kemiren ve kendi sınırları
içinde yaşayan azınlıklarla ilgili tedbirler alması mümkün değildi.
Osmanlı Devleti, kendisini kuran
temel unsurun, Türk milletinin, insanca yaşamasını sağlayacak tedbirleri alma
bakımından da engellenmişti; memleketi imar edemez, demiryolu yaptıramazdı.
Hattâ okul yaptırmakta bile serbest değildi. Bu gibi durumlarda yabancı
devletler hemen işe karışırlardı.
Osmanlı hükümdarları ve çevresindeki
yakınları debdebe ve gösteriş içinde yaşayabilmek için memleket ve milletin
bütün servet kaynaklarını kuruttuktan başka, milletin her türlü çıkarlarını
feda etmek, devletin haysiyet ve şerefini ayaklar altına almak suretiyle birçok
dış borçlar yapmışlardı. O kadar ki, devlet bu borçların faizlerini bile
ödeyemeyecek duruma gelmiş, dünya gözünde "müflis" sayılmıştı.
OSMANLI DEVLETİ'NİN DÜNYA GÖZÜNDE
HİÇBİR DEĞERİ KALMAMIşTI
Efendiler, mirasçısı olduğumuz
Osmanlı Devleti'nin dünya gözünde hiçbir değeri, fazileti ve haysiyeti
kalmamıştı. Devletlerarası hukukun dışında tutulmuş, sanki, himaye ve korunmaya
muhtaç bir duruma gelmiş gibi kabul ediliyordu.
Geçmişteki hoşgörürlüğün ve yapılan
yanlışların sorumlusu biz olmadığımıza göre, yüzyılların birikmiş hesapları
bizden sorulmamak gerekirken, bu konuda da dünya ile karşı karşıya gelmek bize
düşmüştü. Milleti ve memleketi gerçek istiklâl ve hâkimiyetine sahip kılmak
için, bu güçlüğe ve fedakârlığa da katlanmak bizim üzerimize yüklenmişti. Ben,
mutlaka olumlu bir sonuç alınacağından emindim. Türk milletinin varlığı için,
istiklâli için, hâkimiyeti için ne pahasına olursa olsun elde etmeye ve
sağlamaya mecbur olduğu hakların dünyaca tanınacağından asla şüphem yoktu.
Çünkü, gerçekte bu haklar, kuvvetle, liyakatle fiilî ve maddî olarak elde
edilmişti. Konferans masasında istediğimiz, zaten elde edilmiş olan bu hakların
usulünce ifade ve onaylanmasından başka bir şey değildi. İsteklerimiz, açık ve
tabiî haklarımızdı. Bundan başka, haklarımızı kazanmak ve korumak için
kudretimiz de vardı; kuvvetimiz de yeterliydi. En büyük kuvvetimiz, en
güvenilir dayanağımız millî hâkimiyetimizi kavramış, onu fiilî olarak halkın
eline vermiş ve halkın elinde tutabileceğimizi fiilen ispatlamış
olmamızdı.
İşte bu düşüncelerle, konferansın
gidişini soğukkanlılıkla takip ediyor ve ortaya çıkan tersliklere gereğinden
fazla önem vermiyordum.
HALKIN İÇİNDE BULUNDUĞU PSİKOLOJİYİ,
DÜşÜNCE EĞİLİMLERİNİ BİR DAHA
İNCELEMEK İÇİN HALKLA YAKINDAN TEMASA
GEÇMEK
Efendiler, saltanatın kaldırılması
ve hilâfet makamının yetkisiz kalışı üzerine, halk ile yakından temasa geçmek,
halkın içinde bulunduğu psikolojiyi, düşünce ve eğilimlerini bir daha incelemek
önem kazanıyordu. Bunun dışında, Meclis, son yılına girmiş bulunuyordu. Yeni
seçim dolayısıyla, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni siyasî bir
parti durumuna getirmeye karar vermiştim. Barış gerçekleşince, cemiyet
teşkilâtımızın, siyasî bir partiye dönüşmesini gerekli buluyordum. Bu konuda da
doğrudan doğruya halk i1e görüşüp konuşmayı yararlı sayıyordum. Zaferden sonra
eğitimle uğraşmaya başlamış olan ordumuzu da yakından görmek istiyordum. İşte
bu maksatlarla Batı Anadolu'da bir gezi yapmak üzere, 14 Aralık 1923 tarihinde
Ankara'dan hareket ettim,
Eskişehir'den başlayarak, İzmit,
Bursa, İzmir ve Balıkesir'de, halkı uygun yerlerde toplayarak uzun sohbetlerde
bulundum. Halkın, bana, diledikleri gibi serbestçe sorular sormasını istedim.
Sorulan sorulara cevap olmak üzere, altı saat, yedi saat süren konferanslar
verdim.
Saygıdeğer Efendiler, hemen her
yerde halkın anlamak istediği hususlardan dikkati çeken noktalar şunlardı
:
Lozan Konferansı ve sonucu, millî
hâkimiyet ve hilâfet makamı, bunların durumları ve ilişkileri; bir de kurmak
niyetinde olduğum anlaşılan siyasî parti...
Lozan Konferansı görüşmelerini, her
yerde, özetleyerek olduğu gibi anlatıyordum. Olumlu sonuç alınacağı hakkındaki
inancımı da belirterek milletin endişesini gidermeye çalışıyordum.
MİLLİ HAKİMİYET İLE HİLAFET MAKAMININ
DURUMLARI VE İLİşKİLERİ
Halkın, millî hâkimiyet ve hilâfet
makamının durumları ile bunların ilişkileri konusunda merak ve endişeye
kapılmakta hakkı vardı. Çünkü, Meclis 1 Kasım 1922 tarihli kararıyla, şahıs
hâkimiyetine dayanan devlet şeklinin 16 Mart 1920 tarihinden başlayarak ve
ebedî olarak tarihe karıştığını ilân ettikten sonra, birtakım İükrü HocaIar
Müslüman kamuoyu şüphe ve üzüntülere düşmüştür diyerek hareket ve faaliyete
geçtiler. Bunlar : Hilâfet demek hükûmet ('93) demektir. Hilâfetin hak ve
görevlerini yok etmek hiç kimsenin, hiç bir meclisin elinde değildir dâvâsını
ortaya atmışlardı.
Meclis'in, milletin ortadan
kaldırdığı şahıs saltanatını, hilâfet makamında devam ettirmek ve
Padişah'ın yerine Halife'yi geçirmek
sevdasına düşmüşlerdi.Gerçekten de gerici bir grup, Afyonkarahisar Milletvekili
Hoca İükrü imzasıyla İslâm Hilâfeti ve Büyük Millet Meclisi adıyla bir broşür
yayınladı. Bu broşürün, Ankara'da 15 Ocak 1923 tarihinde yayınlandığı ve bütün
milletvekillerine dağntıldığı bana İzmit'te bildirildi. Broşürün üzerine sadece
1339 ( 1923 ) yılı yazılmıştı. Fakat, broşürün daha ben Ankara'da iken
hazırlanıp bastırıldığı ve benim Ankara'dan ayrılış tarihim olan 14 Ocak 1923
gününün ertesixLde ortaya çıkarıldığı anlaşılmıştı.İükrü Efendi Hoca ve
arkadaşları, Halife Meclis'in, Meclis Halifenindir safsatasıyla, Millet
Meclisi'ni Halife'nin danışma kurulu ve Halife'yi Meclis'in, dolayısıyla
devletin başkanı gibi göstermek ve kabul ettirmek istemişlerdir.
HALİFE OLAN ZATI ÜMİTLENDİRECEK
BAĞLILIK GÖSTERİLERİ
Efendiler, Halife bulunan zatı
ümitlendirecek bazı bağlılık ğösterileri de dikkati çekiyordu. Gizli olarak
yapılan bağlılık gösterileri ise, bizim dışardan tahmin ettiklerimizden daha
fazla imiş. Bu konuda bir fikir vermiş olmak için, o sıralarda İstanbul ve
Trakya'da görevli memurumuz ve temsilcimiz olan Refet Paşa'nın, o günlerde,
Halife'ye Konya adındaki bir atı sunması dolayısıyla, kendi kardeşi ve aynı
zamanda yaveri Rifat Beye yazdığı bir şifreli telgrafla, bu telgrafa Halife'nin
başyaveri vasıtasıyla verdiği cevabı olduğu gibi bilginize sunacağım : İifre
Rifat Bey'e 5.1.1923 Konva'yı Halife Hazretleri'ne sunmak için getirmiştim.
Yalnız şimdi ne durumda olduğunu görmedim. Cesaret edemiyonım. İstanbul'da iyi
bir hayvan bulunmayacağını anladığım için, Halife Hazretleri'nin
başyaverlerinden de hayvan satın alınması hususunda acele etmemelerini rica
etmiştim. Hayvanm Halife Hazretleri tarafından beğenilmesini Tanrı'nın bir
lütfü sayıyoruın. Büyük bir cür'etkârlık olacağını bilmekle birlikte, İstiklâl
Savaşı'nın tarihî bir hâtırası olduğu için,eski sadık bir askerin gazâ yadigân
olarak sunduğu Konya'nın Halife Hazretleri tarafından lûtfen kabulünü ve Halife
Hazretleri'nin en içten gelen bağlılık duygulanrıyla ellerini öptüğümün Halife
Hazretleri'ne duyurulmasına aracı
olmalarını Başyaver İekip Bey'den rica ederim.Konya'yı ve bu
şifreyi İekip Bey'e hemen teslim
ediniz. Refet T.1.1923 Trakya Fevkalâde Temsilcisi Refet Paşa
Hazretleri'ne Saygıyla arz ederim :
Pek sayın kardeşiniz Rıfat Bey'in teslim ettiği yüce
şahsınızdan gelen telgrafı Halife
Hazretleri Efendimiz'e arz ettim. Peygamber vekili olan Halife Hazretleri,
gerek bir defa daha ifade buyurulan içten bağlılık duygularından gerek
kendilerine sunulan Konya adındaki hayvandan dolayı pek hoşnut ve müteşekkir
kaldılar. Aziz vatanımızın istiklâlini korumak gibi pek kutsal ve yüce bir
gayenin elde edlimesine çalışan büyük siınalar arasında seçkin bir yeri olan
yüksek şahsiyetlerinin de yiğitlik ve fedakârlık gösterdikleri er
meydanlarından bİrinin adıyla anılan bu sevimli ve güzel ata sahip olmakla
iftihar ettiler, Yüce Cebrail, kâinatın şerefi Peygamberimiz Hazretleri'ne
(S.A.S.)'in peygamberliği bildirdiği gibi, zâtıdevletiniz de Halife
Hazretleri'ne Peygamberin vekili olduğunu bildirdiğinizden dolayı, yüksek
şahsiyetiniz, kendilerine bütün ömürlerinin en mutlu ve kutsal bir olayını her
zaman hatırlatacaktır. Yüksek şahsiyetlerinin bu aziz hâtıraya kanşmış olmalan
dolayısıyla, sık sık ve içten gelen bir sevgi ile hatırlanacaklan zaten belli
iken, bir de her gün, alışıldığı üzere tatlı Sabâ Rüzgârı (95) gidişli bu ata
binildikçe, yüksek şahsiyetlerinin değerli hâtırası yeniden anılacak ve
canlanacaktır. İu satırlarla, Halife Efendimiz'in gerçekten tertemiz ve
değerbilir duygulanna ne dereceye kadar tercüman olabildiğimi kestiremem. Bunu
başaramadıysam. eksiğimi, Batı,devletlerine, Halife Hazretleri'nin bizzat
göstermiş ve ifade buyurmuş olduklan babaca sevgi ve okşayışlar daha önceden
telâfi etmiştir, kanaatıyla avunmaktayım. Bu vesileyle ve sonuÇ olarak size, Tanrı'nın
gölgesi ve Peygamber'in vekili Halife Hazretleri'nin özel selâmlannı ve hayır
dualarını bildirmek ve müjdelemekle şeref duyar, üstün saygılanmın kabulünü
ricaederim, Efendim fiazretleri. İekip Hakkı Başyaver (Bu yazışmaları ve
karşılıklı sevgi gösterilerini, biz ancak hilâfetin kaldırılmasından ve
Halife'nin soyuıvdan gelen kimselerin memleketten çıkarılmasından sonra tesadüf
eseri olarak öğrenebildik.)
DİN OYUNU AKTÖRLERİ HALİFE'Yİ BÜTÜN
İSLAM DÜNYASINA HÜKÜMDAR YAPMAK
İSTİYORLARDI
İunu arz etmeliyim ki, İükrü Efendi
Hoca ile,onu ve imzasını ileri süren politikacılar, sultan veya padişah
ünvanını taşıyan bir hükümdar yerine, ünvanı halife olan bir hükümdar koyarak
konuşmuşlar ve iddialarda bulunmuşlardı. Yalnız şu farkla ki, herhangi bir
memleket ve milletin hükümdarı yerine, dünyanın dört bucağında kitleler halinde
yaşayan, türlü türlü ırktan üç yüz milyonluk bir topluluğa hüküm yürüten bir
hükümdardan, onun görev ve yetkilerinden söz etmişlerdi. Bu, bütün İslâm
dünyasına hâkim olacak büyük hükümdarın eline, kuvvet olarak, üç yüz milyon
Muhammet ümmetinden yalnız on on beş milyon Türk halkını lûtfetmişlerdi. Halife
adındaki hükümdar, yeryüzündeki bütün Müslümanların işlerini yönetecek,dünya
işleriyle ilgili hükümlerden, onların çıkarlarına en uygun olanları hakkında
karar verecekti. Bütün
Müslümanların haklarını savunacak,
onların işlerine ve problemlerine etkili bir azim ve irade ile salıip
çıkacaktı.Halife adındaki hükümdar, yeryüzündeki üç yüz milyon müslüman
arasında, adaleti sürekli olarak ayakta tutacak vatandaş haklarını gözetecek,
güvenlik vıe huzur bozucu olaylara engel olacak, Müslümanlara başka dinlere
bağlı olanlardan gelmesi muhtemel saldırıları önleyecekti. İslâm topluluğunun
güven içinde yaşamasını, gelişip kalkınmasını sağlayıcı çareleri hazırlamakla
yükümlü bulunacaktı.Saygıdeğer Efendiler, bu kadar kara cahil, dünya
şartlarından ve gerçeklerden bu denli habersiz İükrü Hoca ve benzerlerinin
milletimizi kandırmak için, İslâmî hükümler diye yayınladıkları safsataların,gerçekte
tekrarlanacak bir değeri yoktur. Ancak, bunca yüzyıllar boyunca olduğu gibi,
bugün de, milletlerin cahilliğinden ve bağnazlığından yararlanarak binbir türlü
siyasi ve şahsî maksatla çıkar sağlamak için, din âlet ve vasıta olarak
kullanmak teşebbüsünde bulunanların memleket içinde de dışında da var oluşu, ne
yazık ki, daha bizi bu konuda söz söylemekten alıkoyamıyor. İnsanlık
dünyasında, din konusundaki uzmanlık ve derin bilgi, her türlü hurafelerden
armarak gerçek bilim ve tekniğin ışıklarıyla tertemi ve mükemmel oluncaya
kadar, din oyunu aktörlerine,her yerde rastlanacaktır. İükrü Hoca'ların ne
kadar anlamsız, mantıksız ve uygulama kabiliyetinden yoksun düşünce ve hükümler
savurduklarını anlamamak için cidden Hoca Efendi gibi allahlık denilen yaratıklardan
olmak lâzımdır. Onların dediği gibi, halifenin ve hilâfetin otoritesi, bütün
dünya Müslümanları üzerinde geçerli olmak gerekince, bütün varlığını ve kuvvet
kaynaklarını yalnız halifenin emir ve yasaklarına bırakmakla, Türk halkının
omuzlarına bindirilecek yükün ne kadar ağır olacağını insaf edip düşünmek lâzım
gelmez miydi? Onların ileri sürdükleri gerekçe ve hükümlere göre, halife adını
taşıyan hükümdar; Çin, Hint, Afgan, İran, Irak, Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen,
Asir, Mısır, Trablus, Tunus, Cezayir, Fas, Sudan, kısacası dünyanın dört
köşesindeki İslâmların ve İslâm memleketlerinin işlerinde yetki sahibi
olacaktı.Bu hayalin hiçbir zaman gerçekleşmemiş olduğu bilinmektedir. İsIâm
topluluklarının başka başka maksatlarla biribirinden ayrıldıkları; Emevîlerin
Endülüs'te, Alevilerin Kuzey Afrika'da, Fatımîlerin Mısır'da,Abbasî'lerin
Bağdat'ta birer hilâfet yani saltanat kurdukları; hattâ Endülüs'te her bin
kişilik bir topluluğun bir halifesi ile bir minberi olduğu, Hoca İükrü imzalı
broşürde de yer almıştır. Bu tarihî gerçeği bilmezlikten gelerek, hemen hepsi
yabancı devletlerin idaresi altında bulunan veya bağımsız olan Müslüman
milletlere ve devletlere Halife adı altında bir hükümdar tayin etmek akıl ve
gerçek ile bağdaştırılabilir miydi? Hele, böyle bir hükümdarın mevküni korumak
için, bir avuç Türkiye halkını o hükümdarın emrine vermek, onu yok etmek için
uygulanagelen tedbirlerin en etkilisi olmaz mıydı?Halifenin görevi ruhani
değildir, hilâfetin temeli maddî iktidar ve hükûmet kuvvetidir diyenlerin, hilâfetin
devlet, halifenin devlet başkanı olduğunu ifade ve ispat ettikleri ve
maksatlarının halife ünvanını taşıyan bir zatı Türkiye Devleti'nin başkanlığına
geçirmek olduğu kolaylıkla anlaşılabiliyordu. Saygıdeğer Efendiler, İükrü Hoca
Efendi 'nin ve politikacı arkadaşlarızın, siyasî maksatlarını açıktan açığa
ortaya koymayıp, bunu bütün islâm dünyasına maletmek istedikleri dinî bir konu
olarak ele almaları, hilâfet oyuncağının ortadan kaldırılmasını
çabuklaştırmaktan başka bir sonuç vermemiştir.
HİLAFET KONUSUNDA HALKIN şÜPHE VE
ENDİşESİNİ GİDERMEK İÇİN YAPTIĞIM
AÇIKLAMALAR
Hilâfet konusurında halkın şüphe ve
endişesini gidermek için, her yerde gerektiği kadar konuştum ve açıklamalarda
bulundum. Kesin olarak belirttim ki, milletimizin kurduğu yeni devletin
mukadderatına,işlerine, bağımsızlığına, ünvanı ne olursa olsun hiç kimseyi
karıştıramayız! Milletin kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını
koruyor ve sonsuz olarak da koruyacaktır! Millete anlattım ki, bütün
Müslümanları içine alan bir devlet kurmak görevi ile yükümlü imiş gibi hayal
edilen bir halifenin, görevini yerine getirebilmesi için, Türkiye Devleti ve
onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tâbi tutulamaz. Millet buna razı olamaz!
Türk halkı bu kadar büyük bir sorumluluğu bu kadar mantıksız bir görevi üzerine
alamaz. Milletimiz, yüzyıllarca bu anlamsız ve boş görüİten hareket
ettirildi.Fakat ne oldu? Her gittiği yerde miılyonlarca insan bıraktı. Yemen
çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu evlâtlarının sayısını biliyor musunuz?
dedim. Suriye'yi, Irak'ı elden çıkarmamak için, Mısır'da barınabilmek için,
Afrika'da tutunabilmek için ne kadar insan telef oldu, bunu biliyor musunuz? Ve
sonuç ne oldu görüyor musunuz? dedim. Halife'ye dünyaya meydan okutmak ve onu
bütün İslâm Dünyasının işlerinde söz ve yetki sahibi kılmak düşüncesinde
olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on katı nüfusa
sahip olan büyük Müslüman kitlelerinden beklemelidirler! Yeni Türkive'nin ve
Yeni Türkiye halkının, artık, kendi varhk ve mutluluğundan başka düşünecek bir
şeyi yoktur... Başkalarına verilecek bir zerresi kalrrıamıştır! dedim. Bir
başka noktayı da halka iyice açıklayabilmek için şunları söyledim : Bir an için
farz edelim ki, dedim; Türkiye söz konusu görevi kabul etsin... Bütün fslâm
dünyasını bir noktada birleştirerek yönetmek gayesinde yürüsün ve başarmış da
nlsun! Pekâlâ ama, uyruğumuz ve idaremiz altına almak istediğimiz milletler,
derlerse ki bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, teşekkür ederiz. Fakat,
biz bağımsız kalmak istiyoruz. İstiklâl ve hâkimiyetimize kimsenin karışmasını
uygun bulmayız! Biz kendi kendimizi yönetmeye muktediriz. O zaman Türk halkının
bütün bu gayret ve fedakârlığı yalnızca bir teşekkür ve dııa almak için mi göze
alınacaktır?Görülüyordu ki, boş bir istek ve heves için, bir vehim ve hayal
için,Türk halkını mahvetmek istiyorlardı. Hilâfet ve halifeye görev ve yetki
vermek düşüncesinin temelinde yatan esas bundan ibaretti. Efendiler, halka
sordum : Bir İslâm devleti olan İran ve Afganistan , halifenin herhangi bir
yetkisini tanır mı? tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz. Çünkü, böyle bir
yetki devletinin istiklâlini milletinin hâkimiyetini ortadan kaldırır.Millete
şunu da hatırlattıın ki, kendimizi dünyaıun hâkimi zannetmek gafleti, artık
devam etmemelidir. Dünyanın durumunu ve dünyadaki gerçek yerimi -i
tanımamaktaki gafletle, gafillere uymakla milletimizi sürüklediğimiz felâketler
yetişir! Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz. Efendiler, İngiliz
tarihçilerinden We11s, iki yıl önce yayınlanan bir tarih yazdı. Eserinin son
sayfaları Dünya tarihinin gelecekteki safhası başlığı altında bazı düşünee ve
görüşleri içine almaktadır. Bu görüşlerin yönelmiş olduğu hedef Un gouvernement
federal mondial yani birleşik bir dünya devletidir.We11s, bu bölümde, birleşik
bir dünya devletinin nasıl durulabileceğini ve böyle bir devletin önemli
ayırıcı özellikleri ile ilgili tasavvurlarını belirtiyor; adaletin ve tek bir
kanunun hâkimiyeti altında dünyamızın ne durumda bulunacağını tahayyül ediyor.
WeI1s, bütün hâkimiyetler tek bir hâkimiyet içinde eritilmezse,milliyetlerin
üstünde bir kuvvet meydana çıkmazsa, dünya mahvolacaktır diyor ve gerçek
devlet, çağdaş hayat şartlarının bir zaruret haline getirdiği birleşik dünya
devletinden başka birşey olamaz;hiç şüpheyoktur ki, insanlar kendi icatları
altında ezilmek istemezlerse er geç birleşmeye mecbur olacaklardır görüşünü
ileri sürüyor.İnsanlığın dayanışması iIe ilgili büyük hayallerin sonunda ger
çekleşmesi için ne yapmak ve neyin önüne geçmek gerektiğinin doğru olarak
bilinmediği ve saIdırgan bir dış siyaset geleneğine sahip olan devletlerin,
birleşik bir dünya devleti tarafından güçlükle temsil edilebileceği de
bildiriliyor. W e 11 s' in Avrupa ve Asya'nın felâketleri ve ortak ihtiyaçları,
belki dünyanın bu iki parçasııldaki milletlerin bir dereceye kadar birleşmesine
yardım edecektir, olabilir ki, dünya ölçüsünde bir birIeşmeye gidilmeden önce,
bir sıra bölgesel birleşmeler yapılabilir şeklindeki düşüncelerini de
kaydedeyim.Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşüncde yükselip
olgunlaşması, Hİristiyanlığı, Müslümanlığı, Budizmi bir yana bırakarak
basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak duruma getirilmiş saf ve lekesiz
bir dünya dininin kurulması ve insanların, şimdiye kadar kavgalar,
çirkeflikler, kaba istek ve iştahlar arasında bir sefalethanede yaşamakta
olduklarını kabul ederek, bütün vücutları ve zekâları zehirleyen zararlı
tohumları yok etmeye karar vermesi gibi şartların gerçekleşmesini gerektiren
birleşik bir dünya devleti kurma hayalinin tatlı olduğunu inkâr edecek değiliz.
Türkiye'ye musallat olmamak şartıyla, hilâfetçileri ve Panislâmizm
taraftarlarını memnun etmek için, bu tasavvur ve tahayyül bir dereceye kadar
bizde de tasvir edilmişti. Ortaya atılan görüş şuydu : Avrupa'da, Asya'da,
Afrika'da ve diğer kıt'alarda yaşayan Müslüman toplumları, gelecekte herhangi
bir gün kendi irade ve arzularını kullanacak bir güç ve özgürlüğe kavuşurlar ve
o zaman lüzumlu ve yararlı görürlerse, çağın gereklerine uygun birtakım uyuşma
ve birleşme noktaları bulabilirler. İüphesiz, her devletin, her toplumun
biribirinden karşılayabileceği ihtiyaçları vardır. Karşılıklı çıkarları
olacaktır. Tasarlanan bu bağımsız İslâm devletlerinin yetkili temsilcileri bir
araya gelip bir kongre yaparlar ve falan ve filân İslâm devletleri arasında şu
veya bu ilişkiler kurulmuştur. Bu ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin
gerektirdiği şartlar içinde birlikte hareket sağlamak için, bütün İslâm
devletlerinin temsilcilerinden kurulu bir meclis oluşturulacaktır. Birleşmiş
olan İslâm devletleri bu meclisin başkanı tarafından temsil edilecektir
derlerse ve isterlerse, işte o zaman, o birleşik İslâm devletine hilâfet ve
ortak meclisin başkanlığına seçilecek zata da halife ünvanı verirler. Yoksa,
herhangi bir İslâm devletinin, bir kişiye bütün İslâm dünyasınnı işlerini
yönetme ve yürütme yetkisini vermesi akıl ve mantığın hiçbir zaman kabul
edemeyeceği bir durumdur.
TEşKİLAT-I ESASİYE KANUNU'NDA DÜĞÜM
NOKTALARI
Efendiler, hilâfet ve din
konularıyla uğraşıldığı sıra larda, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'ndaki bir
noktanın halkı ve özellikle aydınların kafasında düğümlenip kaldığını öğrendik.
Bu düğüm kanunda Cumhuriyet'in ilânından sonra da bırakıldığı gibi, kanuna, düğüm
teşkil edecek ikinci bir noktanın birdaha sokulmuş olduğunu görenler,
şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi ve bugün de gizlememektedirler.Bu noktaları
açıklayayım : 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun 7' nci ve 21
Nisan 1924 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun 26' ıncı maddesi Büyük Millet
Meclisi'nin görevlerinden söz eder. Maddenin başında, Meclis'in ilk görevi
olmak üzere, şeriat hükümlerinin yürütülmesi yer alır. İşte bunun nasıl bir
görev ve şeriat hükümlerinden maksadın ne olduğunu anlamakta sıkıntı çekenler
vardır. Çünkü, sözü geçen maddede Büyük Millet
Meclisi'nin,kanunları yapmak,değiştirmek,
yorumlamak, yürürlükten kaldırmak v.b gibi belirtilen ve sayılan görevleri o
kadar geniş kapsamlı ve açıktır ki, şeriat hükümlerinin yürütülmesi diye ayrıca
ve başlıbaşına bir klişenin yer alması gereksiz sayılmaktadır. Çünkü, şeriat demek
kanun demektir.İeriat hükümleri demek kanun hükümleri demekten başka bir şey
değildir ve olamaz. Başka türlüsü çağdaş hukuk anlayışı ile bağdaştırılamaz. Bu
böyle olunca, şeriat hükümleri deyimiyle kastedilen anlam ve kavramın büsbütün
başka bir şey olması gerekir. Efendiler, ilk Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nu
hazırlayanlara bizzat başkanlık ediyordum. Yapmakta olduğumuz kanunla, şer'î
hükümler deyiminin bir ilişkisi olmadığını anlatmak için çok çalıştık. Fakat bu
deyime, kendi zanlarınca bambaşka anlam verenleri inandırmak mümkün
olmadı.İkinci nokta Efendiler, yeni Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun ikinci
maddesinin başında yer alan Türkiye Devleti'nin dini, İslâm dinidir
cümlesidir.Bu cümle daha Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'na geçmeden çok
önce,İzmit'te, İstanbul ve İzmit basın mensuplarıyla yaptığımız uzun bir
görüşme ve sohbet sırasında, karşımdakilerden birinin şu sorusuyla karşılaştım
Yeni hükûmetin dini olacak mı? İtiraf edeyim ki, böyle bir soru ile
karşılaşmayı hiç de istemiyordum. Sebebi, pek kısa olması gereken cevabın,
ogünkü şartlara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemeyişimdir, Çünkü,
vatandaşları arasında çeşitli dinlere bağlı unsurlar bulunan ve her dinden
olanlar hakkında,adaletli ve tarafsız davranmak, mahkemelerinde vatandaşları ve
yabancıları için adaleti eşit ölçülerle uygulamakla yükümlü bulunan bir
hükûmet, düşünce ve vicdan hürriyetine saygılı olmak zorundadır. Hükûmetin bu
tabiî sıfatının, şüpheli yoruma yol açabilecek vasıflarla sınırlandırılması
elbette doğru değildir.Türkiye Devleti'nin resmî dili Türkçe'dir dediğimiz
zaman bunu herkes anlar. Hükûmetle olan resmî işlemlerde Türk dilinin geçerli
olması gereğini herkes tabiî bulur. Eakat, KTürkiye Devleti'nin dini İslâm
dinidir cümlesi aynı şekilde mi anlaşılacak ve kabul edilecektir? Bu elbette,
açıklanmaya ve yorumlanmaya muhtaçtır.Efendiler, karşımdaki gazetecinin
sorusuna hükûmetin dini olamaz! diyemedim. Aksini söyledim.Vardır Efendim,
İslam dinidir, dedim. Fakat, hemen arkasından İslâm dininde düşünce özgürlüğü
vardır cümlesiyle cevabımı açıklamak ve yorumlamak gereğini duydum. Demek
istedim ki, devlet, düşünce ve vicdana saygı gös termekle kayıtlı ve yükümlü
olur. Karşımdaki gazeteci, verdiğim cevabı akla yatkın bulmadı ki, soru sunu şu
tarzda tekrarladı :Yani devlet bir dine bağlı kalacak mı? Kalacak mı,
kalmayacak mı bilmem! dedim. Konuyu kapatmak istedim. Fakat, mümkün olmadı. O
halde, denildi; herhangi bir konuda inançlarım ve düşüncelerim doğrultusunda
bir fikir ortaya atmaktan, hükûmet beni engelleyecek veva cezalandıracaktır. Oysa,
herkes kendi vicdanını susturmaya imkân görecek mi? O zaman iki şey
düşündüm.Bir:, yeni Türkiye Devleti'nde her ergin şahıs dinini seçmekte serbest
olmayacak mıdır? sorusu. Diğeri, Hoca İükrü Efendi'nin : Bazı yüksek din
arkadaşlarımızla birlikte düşündüklerimizi şeriat kitaplarında yer almış
belirli ve değişmez İslâmî hükümleri yayınlayarak maalesef yanıltıldığı görülen
İslâm kamuoyunu aydınlatmayı boynumuza borç bilip görev saydık girişinden sonra
yeralan islâm halifesinin görevi, dinin emirlerini korumak ve kollamakta
peygamberin yerini tutmaktır. Dinî hükümler koymakta da yüce Peygamber
Efendimiz'in vekilliğini yapmaktır sözleri. Oysa, Hoca'nın sözlerini uygulamaya
kalkışmak, millî hâkimiyeti,vicdan hürriyetini kaldırmaya çalışmaktı. Bundan
başka, Hoca'nın bilgi dağarcığında, Yezitler (ı9') zamanında yazdırılmış
istibdat rejiminc has formüller bulunmuyor muydu?O halde, ne anlama geldiği ve
ne kastedildiği artık herkesçe iyiden iyiye anlaşılmış bulunan devlet ve
hükûmet kavramlarını ve millet meclislerinin görevlerini din ve şeriat
kılıklarına bürüyerek kim ve ne için aldatılacaktır? Gerçek bundan ibaret
olmakla birlikte, o gün İzmit'te basın mensuplarıyla, bu konuda daha fazla
görüşmekte yarar yoktu. Cumhuriyetin ilânından sonra da, yeni Teşkilât-ı Esasiye
Kanunu yapılırken, lâik devlet deyiminden dinsizlik anlamı çıkarmak eğiliminde
olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek için, kanunun ikinei
maddesini anlamsız kılan bir deyimin sokulmasına göz yumulmuş
tur. Kanunun gerek 2' nci ve gerek
26' ncı maddelerinde fazladan yer alan, yeni Türkiye Devleti'nin ve Cumhuriyet
rejimimizin çağdaş karakteriyle bağdaşmayan deyimler, inkılâp ve Cumhuriyet'in
ogün için sakıncalı görmediği tavizlerdir. millet, bu fazlalıkları, Teşkilât-ı
Esasiye Kanunu'muzdau ilk fırsatta kaldırmalıdır!
HALK PARTİSİ'Nİ KURMA TEşEBBÜSÜ
Saygıdeğer Efendiler, her yerde,
siyasî parti kurma konusunda da halkla uzun sohbetler yaptım. 7 Aralık 1922
tarihinde, Ankara basını vasıtasıyla, halkçılık ilkesine dayanan ve Halk
Partisi adını taşıyan siyasî bir parti kurmak niyetinde olduğumu açıklayarak,
bu partinin nasıl bir program yapması gerekeceği konusunda, bütün
vatanseverlerin, ilim ve fen adamlarının yardım ve işbirliğine başvurmuştum.
DOKUZ İLKE VE PARTİMİZİN İLK PROGRAMI
Gerek bazı kimselerden aldığım
yazılı düşüncelerden ve gerek halk ile yaptığım görüşmelerden çok yararlandım.
Sonunda 8 Nisan 1923 tarihinde, görüşlerimi dokuz ilke halinde tespit ettim.
İkinci Büyük Millet Meclisi'nin seçimi sırasında yayınlayarak ilân ettiğim bu
program, partimizin kuruluşuna temel olmuştur.Bu program, bugüne kadar ele alıp
gerçekleştirdiğimiz bütün önemli hususları içine alıyordu. Bununla birlikte
programa girmenıiş önemli ve esaslı bazı konular da vardı. Örnek olarak,
Cumhuriyet'in ilânı, İer'iye Vekâleti'nin, medrese ve tekkelerin kaldırılması,
şapka giyilmesi gibi... Bu konuları programa alarak, cahil ve gericileıin,
bütün milleti vaktinden önce zehirlemeye fırsat bulmalarını uygun görmedim.
Çünkü, bunların zamanı gelince çözüme bağlanacağından ve milletin sonuçtan
memnun olacağından kesinlikle emindim. Yayınladığım programı, bir siyasî parti
için yetersiz, kısa bulanlar oldu. Halk Partisi'nin programı yoktur dediler.
Gerçekten de ilkeler adı altında bilinen programımız, itiraz edenlerin
gördükleri ve bildikleri şekilde bir kitap değildi. Fakat temel ilkeleri içine
alıyordu ve pratikti. Bizde uygulanması imkânsız düşünceleri, nazarî birtakım
ayrıntıları yaldızlayarak bir kitap yazabilirdik. Öyle yapmadık. Milletin maddî
ve manevî alandaki yenileşmesi ve gelişmesi yolunda, söz ve teori ile iş ve
icraata önem vermeyi tercih ettik. Bununla birlikte, Hâkimiyet milletindir,
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin dışında hiçbir makam, millî mukadderata hâkim
olamaz, Bütün kanunların düzenlenmesinde, her türlü teşkilâtta, yönetimin bütün
ayrıntılarında, genel eğitimde, ekonomi konularında, millî hâkimiyet esasları
çerçevesinde hareket edilmeyecektir Saltanat'ın kaldırılması ile ilgili karar
değişmez bir kanun hükmüdür gibi bilinmesi gerekli önemli noktalar,
mahkemelerde reform yapılacağı, bütün kanunlarımızın, hukuk ilminin verilerine
göre yeni baştan düzenlenip tamamlanacağı, vergide âşar ('9s) usulünün
değiştirileoeği, millî bankaların sermayesinin artırılacağı, muhtaç olduğumuz
demiryollarının yapımına, öğretim birliğinin sağlanmasına derhal teşebbüs
edileceği, füzulî askerlik süresinin indirileceği, memleketin limanlarına
çalışılacağı v.b. gibi önemli ve âcil ihtiyaçlar, ilkeler dışında
bırakılmamıştı. Barış konusundaki görüşümüzün de : malî, iktisadî ve idarî
alandaki bağımsızlığımızı mutlaka sağlamak şartıyla, barışın gelmesine çalışmak
olduğunu söyledik. Hilâfet makamının bütün İslâm dünyasına ait bir makam
olabileceğine de işaret ettik. İlkeler, Halk Partisinin kuruluşu ve faaliyet
göstermesi için yeterli oldu. Partinin adına, daha sonra Cumhuriyet kelimesi de
eklenerek, bilindiği gibi, Cumhuriyet Halk Partisi adı verildi.
LOZAN KONFERANSI GÖRÜşMELERİ KESİLDİ
Efendiler, yine Lozan Konferansı'na
temas edeceğim. Konferans 4 İubat 1923 tarihinde kesildi. İki aya yakın bir
süre devaın eden görüşmelerin özeti olmak üzere, İtilâf Devletleri
temsilcileri, delegeler hey'etimize bir barış tasarısı verdiler. Bu tasarı anlam
ve öz bakımından istiklâlimize zarar veren şartları içine alıyor du. Özellikle,
adlî, malî ve iktisadî konularla ilgili maddeleri çok ağırdı. Bunun için, bu
tasarıyı kesinlikle reddetmek zorundaydık. Delegeler heyetimiz, bu tasarıya
karşılık bir mektup verdi. Bu mektupta özet olarak şunlar yer alıyordu :
Üzerinde anlaştığımız noktaları imza ederek barış yapalım. Gerçekten de,
Konferans'ta görüşme konusu olan birçok meseleden bizce kabul edilebilecek
durumda olanları vardı. Mektupta : İkinci, üçüncü dereceâe olan konuları ayrıca
inceleriz. İtilâf Devletleri, bu teklifimizi kabul etmeyecek olurlarsa,
tekliflerimiz hiç yapılmamış sayılacaktır da denilmiştir. Delegeler
Hey'eti'mizin teklifi dikkate alınmadı. Yalnız, konferansın yarıda kesilmesi,
görüşmelerin ertelenmesi gibi gösterildi. Her devletin temsilcileri
memleketlerine döndüğü gibi, bizim Delegeler Hey'eti'miz de geri geldi. Ben de
Batı Anadolu gezisinden dönüyordum.
MECLİSTE'Kİ MUHALİFLERİN ÇEşİTLİ
SALDIRI HAREKETLERİ
Meclis'teki muhaliflerin çeşitli
şekillerde ve başka başka konularda saldırı hazırlıklarında bulundukları yeni
değildi. Geziye çıktığım tarihten bir gün sonra,İslâm Hilâfeti ve Büyük Millet
Meclisi adlı broşürün ortaya çıktığını,bütün Meclis'in ve milletin bize karşı
kışkırtılmak istendiğini arz etmiştim. Bundan önce çevrilmek istenen bir dolap,
var dır ki, daha ondan söz etmedim. Sebebi, 1922 Aralık ayı başlarında oynanmak
istenen oyun, sonuçları itibariyle gezim boyunca da devam etmişti. Müsaade
buyurursanız, bu konu ile ilgili olarak hatıralarınızı canlandırmaya yarayacak
birkaç söz söyleyeyim : Saygıdeğer Efendiler, üç milletvekili, milletvekili
seçimi kanun tasarısında değişiklik yapılması ile ilgili bir önerge
hazırlamışlar... Önergede neler in yer aldığını öğrenmiştim.2 Aralık 1922 günü,
Meclis'in, İkinci Başkanı Adnan Bey 'in başkanlığında yapılan oturumunda,
başkanlık kürsüsünden şöyle bir söz işitildi : Efendim! Milletvekili Seçimi
Kanunu'nda değişiklik yapılması ile ilgili teklifin görüşülebileceği yolunda
Tasarı Komisyonu'nun tutanağı var. Bu söz okunsun sesleriyle karşılandı. İki
milletvekili : Önemlidir, okunmasını teklif ederiz diyerek genel havayı açığa
vurdular. Başkan : a- Efendiler, bu önergenin, okunmadan önce komisyona
gönderilmesi usuldendir dedi.
"BENİ VATANDAşLIK HAKLARINDAN
MAHRUM ETMEK" TEKLİFİ ÜZERİNE MECLİSTE
YAPTIĞIM KONUşMA
Efendiler, meselenin ne olduğunu ve
bu konuda Meclis'te yapılan görüşmeleri ogüne ait Tutanak Dergisi'nde okumak
mümkündür. Fakat yüksek hey' etinizi bu külfetten kurtarmak için, müsaade
buyurursanız, o otuzumda yaptığım konuşmanın bir kısmını olduğu gibi arz edeyim
:
Değişiklik önergesini okutmadan
komisyona göndermek isteyen başkandan söz alarak şunları söyledim : '' Efendim!
bu kanun tasarısı özel bir maksat taşıyor. Bu özel maksat doğruca şahsımı
ilgilendirdiğinden, müsaade ederseniz birkaç kelime ile düşüncemi arz etmek
istiyorum. Erzurum Milletvekili Süleyman Necati, Mersin Milletvekili Salâhattin
ve Canik Milletvekili Emin Beyefendi'ler tarafından teklif edilen kanun
tasarısı, doğrudan doğruya, benim şahsıını vatandaşlık haklarından yoksun
bırakmak maksadını güdüyor. 14' üncü maddede yazılı olan satırları gözden
geçirecek olursanız, orada deniliyordu ki: ''Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne
üye seçilebilmek için, Türkiye'nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından
olmak veya kendi seçim bölgesi içinde yerleşmiş bulunmak şarttır. Ondan sonra
göçmen olarak gelenler yerleştirildikleri tarihten itibaren beş yıl geçmiş ise
seçilebilirler.''
Maalesef, benim doğum yerim bugünkü
sınırlar dışında kalmış buIunuyor. İkincisi, herhangi birseçim bölgesinde beş
yıl oturmuş da değilim. Doğum yerim, bugünkü millî sınırların dışında
kalmıştır. Fakat, bu böyle ise, bunda benim en küçük bir kasıt ve kabahatim
yoktur. Bunun sebebi, bütün memleketimizi, milletimizi batırıp yok etmek
isteyen düşmanların işgal ve istilâ hareketlerinin kısmen önlenememiş
olnıasıdır. Eğer düşmanlar maksatlarında tam bir başarıya ulaşmış olsalardı,
Allah korusun, bu tasarıya imza koymuş olan efendilerin de doğum yerleri sınır
dışında kalabilirdi.
TEKLİF EDİLEN MADDEDEKİ şARTLAR BENDE
NEDEN YOKTU
Bundan başka, bu maddenin
gerektirdiği şartlar bende yoksa, yani beş yıl sürekli olarak bir seçim
bölgesinde oturmamış isem, o da vatana yaptığım hizmetler yüzündendir. Eğer bu
maddenin istediği şartı yerine getirmeye çalışsaydım, İstanbul'u kazandırmaktan
ibaret olan Arıburnu ve Anafartalar'daki savunmalarımı yapmamaklığım gerekirdi.
Eğer ben bir yerde beşyıl oturmaya mahkum olsaydım, Bitlis ve Muş'u aldıktan
sonra, Diyarbakır'a doğru yayılan düşmanın karşısına çıkmamaklığım, Bitlis ve
Muş'u kurtarmaktan ibaret olan vatan görevimi yapmamaklığım gerekirdi. Bu Efendiler'in
istediği şartları taşımak isteseydim, Suriye'yi boşaltan orduların
döküntülerinden Halep'te bir ordu kurarak, düşmana karşı savunmaya
geçmemekliğim ve bugün millî sınırlar dediğimiz sınırları fiilî olarak
çizmemekliğim gerekirdi.
Zannediyorum ki, ondan sonraki
çalışmalarım herkesçe bilinmektedir. Hiç bir yerde beş yıl oturamayacak kadar
çalışmış bulunuyorum.Ben zannediyordum ki, bu hizmetlerimden dolayı milletimin
sevgi ve saygısını kazandım. Belki bütün İslâm dünyasının sevgi ve saygısını da
kazanmış bulunuyorum. Fakat bu durumumdan dolayı, bu sevgi ve saygılara
karşılık vatandaşlık haklarından yoksun bıralcılacağımı asla hatırıma
getirmezdim. Tahmin ediyorum ve ediyordum ki, yabancı düşmanlar Bana suikast
yapmak suretiyle, beni memleket hizmetinden alıkoymaya çalışacaklardır. Fakat
hiçbir zaman hatır ve hayalime getirmezdim ki,yüce Meclis'te iki üç kişi bile
olsa, aynı zihniyette kimseler bulunabiIsin. Bu bakımdan ben anlamak istiyorum
''Bu efendiler, gerçekten kendi seçim bölgelerinin duygu ve düşüncelerini mi
aksettiriyorlar?
Yine bu Efendilere karşı söylüyor ve
soruyorum : Milletvekili oldukları için elbette bütün milletin vekili sıfatını
taşıyorlar. Yalnız, bu Efendiler, acaba milletin de kendileri gibi düşündüğünü
söyleyebilirler mi?
Efendiler, beni vatandaşlık
haklarından yoksun bırakmak yetkisi bu Efendilere nereden verilmiştir? Bu
kürsüden, resmen yüce hey'etinize, bu Efendilerin seçim bölgeleri halkına ve
bütün millete soruyorum ve cevap istiyorum! ''
MİLLETİN BANA KARşI GÖSTERDİĞİ SEVGİ
VE GÜVENİN SAMİMİ İFADELERİ
Bu gözlerim ajans ve basın
vasıtasıyla yayınlandı.Millet yaptığım konuşmayı ve cevabını beklediğim soruyu
öğrendi... Hemen, memleketin bütün seçim bölgelerindeki gerçek seçimler ve halk
tarafından Meclis Başkanlığı'na protesto telgrafları yağdı. Bu kanun tasarısına
imza koyan milletvekili Efendilerin de seçim bölgeleri halkı, kendilerini ve
kendileriyle görüş birliğinde olanları suçlamakta gecikmedi. Miletin, benim
için gösterdiği bu sevgi ve güveni samimî olarak belirtmesi bakımından kıymetli
birer hâtıra olarak saklamakta olduğum bu telgraflar büyük bir dnsya
tutmaktadır. Bu dosyadaki telgraflar, zaınanında basında da yer almıştı. Ben
burada yalnız bir tek seçim bölgesinin, Rize'nin şahsıma çekmiş olduğu bir
telgrafı olduğu gibi bilginize sunmakla yetineceğim :
''Üç milletvekili beyin, Seçim
Kanunu ile ilgili önergesine, sancağımız milletvekillerinin katılmayacağı
inancıyla bir şey yazmayı geı-ekli bulmanııştık. İimdi Milietvekili Osman
Efendi'den aldığımız mektupta, kendisinin o önerge ile ilgili ve muhalif
gruptan olduğunu övünürcesine bildirmesi üzerine, aşağıdaki hususların
bilginize sunulmasına mecburiyet duyulmuştur :
1- (Övücü ve samimî sözlerden sonra)
İahsınız ve değerli çalışma arkadaşlarınız, aleyhinde, sancağımız adına söz
söyleyen, muhalefet düşüncesi taşıyan ve bizce hiçbir şahsiyet ve değeri
olmayan milletvekilini lânetleriz. O, artık sancağımızı da temsil hakkına sahip
değildir.
2 - İu zamanda vatansızların bile
katılamayacağı muhalefet ve bozgunculuk düşüncesini bize tavsiye eden
milletvekili efendinin görüşünü benimseyecek bir tek kişinin bile sancağımızda
mevcut olmadığını, bundan duyduğumuz şükran duygusuyla ve yüksek şahsiyetinize
olan üstün saygılarımızla arz ederiz, efendim. İmzalar 25.5.1923
YENİDEN SEÇİM YAPILMASI KARARI
Saygıdeğer Efendiler, Birinci
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin, olaylarına işaret ettiğimiz tarihte gösterdi
karışık ruh hali, üzerinde ciddı olarak durup düşünülmeyi gerektiren bır durum
almıştı.
Bütün millette, Meclis'in görev
yapamayacak bir duruma geldiği endişesi doğmaya başladı. Meclis'te durumu
soğukkanlılıkla ve uzakgörüşlülükle düşünüp değerlendiren üyeler bile
üzüntülerini açığa vurrmaktan kendilerini alamadılar. Artık şüpheye yer
kalmamıştı ki, Meclis yenilenmedikçe, millet ve memleketin ağır ve sorumluluk
bekleyen işlerini yürütmeye imkân yoktur. Bu zarurete ben de inandım. Bir gece,
Başbakan Rauf Bey'e, kalmakta olduğu istasyon binasında Hükûmet üyelerini
toplantıya davet etmesini, bu toplantıya benim de bizzat geleceğimi telefonla
bildirdim.
Rauf Bey'in dairesinde toplanan
Bakanlar Kurulu'na Meclis'in yenilenmesini Meclis'e teklif etmek gereğinden söz
ettim. Kısa,bir tartışmadan sonra, Hükûmet üyeleri ile görüş birliğine vardık.
,Aynı gece, Meclis teki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu Yönetim
Kurulu'nu da Bakanlar Kurulu toplantısına çağırdım. Bu Yönetim Kurulu içinde
teklifimi yersiz bulup yadırgayanlar oldu. Görüşme ve tartışmalar ertesi güne
kadar sürdü. Buna rağmen, bu hey'et ile de anlaştık. Ondan sonra, derhal Grup
Genel Kurulu'nu topladım. Orada memleketin içinde bulunduğu genel durumu, acele
olarak yapılması gereken memleket işlerini anlattım. Meclis'in artık bu görevleri
yerine getirme kabiliyeti kalmadığını belirterek ve ispat ederek, Meclis'ten,
seçimleri yenileme kararı vermesini istemek gerektiğini bildirdim. Grup Genet
Kurulu, konuşmalarımı ve açıklamalarımı yerinde buldu. Bunun üzerine konu, aynı
gün, 1 Nisan 1923'te Meclis'e götürüldü. Yüz yirmi kadar üye, bir önergeylc,
seçimlerin yenilenmesi için bir kanun teklifi sundu. Meclis, ''Seçimlerin
yeniden yapılmasına karar verilmiştir'' şeklindeki bir kanunu oybirliği ile
çıkardı.
Meclis'in bu kararı vermesi, inkılâp
tarihimizde önemli bir noktadır. Çünkü, Meclis bu kararı vermekle, kendinde
beliren hastalığı itiraf etmiş ve bundan dolayı milletçe duyulan ızdırabı
anlamış olduğunu göstermiştir.
LOZAN KONFERANSI'NIN İKİNCİ SAFHASI VE
YENİ SEÇİMLERDE MİLLETİN GÖSTERDİĞİ
UYANIKLIK
EfendiIer, Lozan Konferansı, 23
Nisan 1923'te yeni den toplandı. Delegeler Hey'eti'miz Lozan'da yeni den barışı
sağlamaya çalışırken, ben de veni seçimler ile meşgul oluyordum.
Yeni seçimlere, bilinen ilkelerimizi
ilân ederek katıldık. Görüşleri mizi kabul edip milletvekili olmak isteyen
kimseler, önce ilkeleri kabul ettiğini ve görüşlerde birleştiklerini bana
bildiriyorlardı. Adayları ben tespit edecek ve zamanı gelince partimiz adıyla
ilân edecektim. Bu yolu benimsemiştim. Çünkü, yapılacak seçimlerde, milleti
alda tarak, çeşitli maksatlarla milletvekili olmaya çalışacakların çnk olduğu
nu biliyordum. Konuşmalarım ve uyarmalarım memleketin her tarafın da büyük bir
samimiyet ve güvenle karşılandı. Bütüıı millet, ilân ettiğim ilkeleri tamamen
benimsedi. Bu ilkelere, hatta şahsıma muhalefet edeceklerin milletçe
milletvekilliğine seçilmesi ne imkân kalmadığı anlaşıldı.
NURETTİN PAşA'NIN BAĞIMSIZ MİLLETVEKİL
OLMA TEşEBBÜSÜ VE YAYINLADIĞI HAL
TERCÜMESİ
Gerçekten, bazı seçim bölgelerinde
bağımsız milletvekili olma teşebbüsünde bulunanlar başarı sağlaya madılar. Bu
arada, o zaman daha Birinci Ordumuzun Komutanı bulunan Nurettin Paşa da millet
vekili olmak teşebbüsünde bulunmuştıı. Mümkün olmadı. Nurettin Paşa, bu
isteğini daha sonra bir ara seçimde Bursa'da gerçekleştirdi.
Paşa'nın kendi başına ve bağımsız
olarak milletvekili seçilebilmek için, her zaman olduğu gibi, kendi usulünce ve
gerektiği şekilde propagan da yaptırmaktan geri kalmadığı da anlaşılmıştı. Bu
yoldaki teşebbüsler den ve yapılan yayınlardan herkesin dikkatini çekmiş olanı
özellikle hal tercümesidir.
Nurettin Paşa , yeni seçim yılı olan
1923'te, Âbit Sürey ya Bey adında bir şahsa (A. S.) baş harflerini taşıyan bir
hal tercümesi yayınlattı.
Abit Süreyya Bey , Abdülhamid'in
başkâtiplerinden rahmetli Süreyya Paşa'nın oğludıır.
Meşrutiyetten önce, Nurettin Paşa
gibi ve onunla birlikte fahı î hünkâr yaveri idi. Birinci Dün ya Savaşı'nda
İzmir'de ve İstiklâl Savaşı'nın sonunda, Nurettin Paşa karargâhının bulunduğu
İzmit'te ordu müteahhitliği yaptı. Nurettin Paşa'nın hal tercümesinin yer
aldığı broşürü hazırlayan Âbit Süreyya Bey değildir. Broşür kendisine yazılı
olarak verilmiştir. On dan, adının baş harflerini koyması ve cırtağı bulunduğu
Matbaa-i Osma niye'de bastırması Nurettin Paşa tarafından rica edilmiştir.
Bu broşürün kapağında şu yazılar
okunur :
İzmir Fâtihi, Afyonkarahisar ve
Dumlupınar Savaşlarının galibi Gazi Nurettin Paşa Hazretieri'
ninhaltercümesi.
Efendiler, on dokuz sayfadan ibaret
olan bu hal tercümesi broşürü nün ne kadar insan tarafından okunduğunu
bilmiyorum. Ben, bu hal ter cümesinin memleketin bütün aydınları tarafından okunmasını
çok ya rarlı ve eğitici buluyorum. Yalnız, bu broşürü okuyanların veya okuya
cak olanların, broşürde temas edilen olaylar ve işlerle ilgili olarak başka ve
güvenilir kaynaklardan da bilgi edinerek, metinle gerçeği karşılaştır malan ve
ona göre hüküm vermeleri gerekir.
Bu broşürün niteliği ve nasıl bir
anlayışı ortaya koyduğu konusun da bir fikir edinebilmek için, bazı noktalarını
hep birlikte gözden geçi relim :
Broşürün kapağındaki yazılardan
sonra, metnin başlığında da şu sözler vardır :
Kûtülamare'nin kuşatıcısı, Bağdat'ın
savunucusu, Yemen, Selman pâk, Batı Anadolu, Afyonkarahisar, Dumlupınar, İzmir
Savaşları galibi ve İzmir fâtihi.
Nurettin Paşa'nın kendi kendine
takındığı "kuşatıcı", "galip", "fâtih" ünvanları
hakkındaki görüşümü belirtmeyi daha sonraya bırakarak, broşürün metnine
girelim.
Paşa, Konyar adındaki Türk
aşiretinden rahmetli Mareşal İbrahim Paşa'nın oğlu ve Hazret-i Peygamber
soyundan gelen Âyan üyesi ve İeyhü'l-Vükelâ Bursalı merhum Rıza Efendi' nin
torunlarından imiş. . . Bu bilgilere ve ifade biçimine göre Mehmet Nurettin
Paşa hem Türk hem de Arap'tır. Babası ve büyük babala rıyla da övünmektedir.
Burada, babasının büyük adam olmasıyla övünen Bizans İmparatoru Theodosius'a
babası ve anası Türk olan Attilâ'nın aben de, büyük ve asil bir milletin
evlâdıyım" dediğini hatır latmadan geçemeyeceğim.
Resmî okullardaki öğrenim dışında
özel öğrenim de görmüş olan Nurettin Paşa 1893'te Harp Okulu çıkışlı olup Hassa
Ordusu Erkân-ı Harbiyesi'ne atanmış...
Nurettin Paşa, kurmaylık tahsili
yapmamış ve o sınıfa gir memiştir. Bu bakımdan ordu karargâhına kurmay olarak
atanamaz. Olsa olsa, bir askerî birliğe gönderilmeyip ordu kurmaylığında
karargâh emir subaylığı veya buna benzer bir görevle alıkonulmuş olabilir...
Genç bir teğmen için, askerlik görevine buradan başlamak, elbette övünülecek
bir başlangıç sayılmaz. Askerî bir birliğe tayin edilmek ve orada askerliğin
disiplin ve güçlüklerine alışmak şarttır.
Nurettin Paşa,1887'de gönüllü olarak
Türk - Yunan Harbi'ne katılmış ve Başkomutanlığa tayin edilen Gazi Osman Paşa
'nın yaverliğine ve İstanbul'a dönüşünde hünkâr yaverliğine, refakat subay
lıklarırıâ getirilmiş.
Bilindiği üzere, Gazi Osman Paşa,
istanbul'dan Selânik'c kadar gitmiş fakat savaş meydanına gitmeden Selânik'ten
geri dönmüş tür. Savaşa katılmamış bir komutanın yaverliğine ve ondan sonra da
Sultan Hamid'in yaverliğine ve birtakım refakat subaylıklarına tayiıı edilmiş
olmak, bilmem ki, ne dereceye kadar anlatılmaya ue övü nülmeye değer
görülebilir.
Nurrettin Paşa, sırasıyla yarbaylığa
ve albaylığa yükseltil miş ve 19il8 yılı başlarında Selânik'te Üçüncü Ordu
Kurmaybaşkanlığı Özel İube Müdürlüğü'ne tayin edilmiş. . . Nurettin Paşa'nın
han gi sıra ile albaylığa kadar yükselmiş olduğu, Meşrutiyet'in ilânından son
ra rütbesinin yeniden binbaşılığa indirilmiş olmasıyla anlaşılıyorsa da,
Selânik'te, Üçüncü Ordu Kurmay Başkanlığı Özel İube Müdürlüğü'ne tayinini anlamak
güçtür. Çünkü, benim de Kurmay Başkanlığı'nda bu lunduğum bu orduda, denildiği
gibi bir özel şube yoktu. Belki de ordu komutanı olan babası, oğlu için, özel
ve gizli işlerle uğraşan bir özei şube kurmuş olacak...
Nurettin Paşa, İİçüncü Ordu Komutanı
bulunan babası Mareşal İbrahim Paşa ile Meşrutiyet inkılâbının yapılmasına ve
ihtilâlin aşırılıktan uzak ölçülerle ve engelsiz olarak yürütülnıesine hizmet
ve yardımda bulunmuşlar. . .
Hal tercümesi broşüründe, Nurettin
Paşa'nın iki defa Sultan Hamit tarafından tutuklattırıiıp sorguya çekildiği,
bir defasında süzülmesine ve diğer bir defasında da askerlikten kovularak altı
yıl hap sine karar verildiği ve fakat babasının, araya girip yalvarması üzerine
kurtulduğu hikâyesinden sonra.. "İstanbul'dan bir yolunu bulup yine
Rumeli'ye geçerek,1908 Meşrutiyet inkılâbının hazırlanmasına ve gerçek
leştirilmesine diğer arkadaşlarıyla birlikte hizmet etmiştir" sözleri yazı
lıdır.
Nurettin Paşa'nın gördüğü zulmü
kısaca anlatmak gerekir se, diyetiiliriz ki, Sultan Hamit, Nurettin Bey'e
hürriyetçi düşüncelerinden dolayı kızdıkça, onu yarbaylığa, albaylığa
yükselterek sırmasını artırır ve sevilip okşansın diye babasına teslim edermiş.
. .
NURETTİN PAşA'NIN VE BABASI MAREşAL
İBRAHİM PAşA'NIN MEşRUTİYET
İNKILABINDA NASIL VE NE DERECEYE KADAR
ROL OYNADIKLARI KONUSUNDAKİ
HATIRALARIM
Mareşal İbrahim Paşa'nın Ü'çüncü
Ordu Homutanlığı, oğlu Nurettin Bey'in babasının yaverliği ve Meşrutiyet
inkılabında nasıl ve ne de- receye kadar rol oynadıkları konusu üzerinde de bir
parça bilgi vermek isterim. Bunun için geçmiş- le ilgili kısa bir hâtıramı
anlatmama müsaadenizi rica ederim. Efendiler çeşitli vesilelerle duymuş
olacağınıza şüphe yoktur ki, ben kurmay yüzbaşı olur olmaz, Sultan Hamid
tarafından Suriye'ye sürüldüm. Orada üç yı1 kaldıktan sonra, o zaman Üçüncü
Ordu bölgesi olan Makedonya'ya nakledildim. Ordu merkezi Manastırdı. Ordu
Mareşallığı adı aitında bir komuta makamı da vardı. İİçü.ncü Ordu Komutanı
Selânik'te otururdu. Orada da Mareşallık Kurmay Hey'eti diye bir kuruluş vardı.
Ben i908 yılında koiağası rütbesiyle bu kuruluşta görevliydim. Hürriyeti
getirmeye çalışan gizli cemiyetle pek yakından ilgim vardı. Yanyalı Esat Paşa
Üçüncü Ordu Komutanıydı. Süleyman Paşazâde Ali Rıza Paşa, Kurmay Başkanı'mızdı
O zaman binbaşı bulunan rahmetli Cemal Paşa ve yine binbaşı olan Fethi Bey
(bugünkü Paris Büyükelçisi) ve ben, Mareşallık Kurmay Hey'eti'ni
oluşturuyorduk. Her üçümüz de cemiyetiıı üyesi idik. Cemiyetin başarıya
ulaşması için çalışıyorduk. O tarihlerde, Üçüncü Ordu bölgesine bağlı
Serez'deki tümenin ve Serez bölgesinin komutanı mareşal rütbesinde bir zattı.
Bu zat, Sultan
Hamid'in fevkalâde güven ve
itimadını kazanmış bulunuyordu. Rütbesinin mareşal olmasına, Esat Paşa'nın
kendinden daha ast bir bir rütbede bulunmasına rağmen, İstanbul ile Serez
arasında güvenli bir bölge bulundurulmak maksadıyla Serez'den uzaklaştırılamazdı.
İşte bu önemli kvmutan, Mareşal İbrahim Paşa idi. Oğlu Nurettin Bey (Nurettin
Paşa) de, babasının yanında bulunurdu. Meşrutiyet'in ilânından önceki günlerde,
bir binbaşı, Mareşal İbrahim Paşa 'nın komutanlık bölgesinde, istibdat
idaresinin aleyhinde konuşmuş... Bir casus bunu jurnal etmiş. . . O zaman
Selânik'te Merkez Komutanı bulunan Yarbay Nâzım Bey, olayı yerinde soruşturmak
üzere İstanbul'dan görevlendirildi. Cemiyet, Nâzım Bey'i bu görevden alıkoymak
üzere vurdurdu. Yaralanan Nâzım Bey İstanbul'a getirildi. Olayın soruşturmasına
İstanbul'dan birinin değil, ancak orduca gösterilecek bir görevlinin
gidebileceği görüşü telkin edildi. Ben görevlendirildim. Görevim, hiç şüphesiz
istibdat aleyhinde bulunmuş olan binbaşıyı kurtarmaktı. Önce Serez'e gittim.
Mareşal İbrahim Paşa'yı ziyaret ettim. Görüşme sırasında anladım ki, Paşa'nın
büyük bir endişesi vardır. Paşa, kendi bölgesinde, Sultan Hamid ve istibdat
idaresi aleyhinde bir tek kigi bile bulunmadığı ve bulunamayacağı yolunda
Sultan'a güvence vermişti. Buna rağmen, söz konusu binbaşı için yapılan jurnal,
Sultan Hamid'in Mareşal İbrahim Paşa'ya olan güvenini sarsacak nitelikteydi. Bu
jurnalda yazıların doğrulanması, İbrahim Paşa'nın durumunu kötüleştirecekti.
Bunu istemiyordu. Ben derhal Paşa'nın endişesini anladım ve dedim ki : Paşa
Hazretleri, devletli şahsınızın bölgesinde, Zâtışâhane aleyhinde duygular
besleyen bir tek kişinin bile bulunabileceği düşünülemez. Yapılmış olan
jurnalda yazılanların yerinde soruşturulması, devletli şahsiyetiniz tarafından
kurulmuş olan disiplini ve aşılanmış olan bağlılık duygularını kolayca ortaya
koyacaktır.
Arzu buyurursanız, yapacağım
soruşturma raporunun bir suretini zâtıdevletlerine göndereyim. İbrahim Paşa, bu
sözlerimden çok ferahladı. Benden memnun oldu ve oğlu Nurettin Bey'i çağırtıp
benim çok iyi abırlanmamı ve olay yerine gidebilmem için kolaylık
gösterilmesini emretti. Soruşturmanın sonucu, binbaşıyı kurtardı. Jurnal vereni
iftira ettiği ıçin cezaya çarptırdı. Mareşal İbrahim Paşa da, sultana kendi
bölgesinde, aleyhte bir tek kişinin bile bulunamayacağını ispat ederek
Zâtışahane'nin kendisi hakkındaki güven ve itimadını bir kat daha artırdı.
Mareşal İbrahim Paşa'nın bu yolla kendisine beslenen güveni bir kat daha
artırması, çok geçmeden, kendine bütün Makedonya'yıistibdada karşı olanlardan
temizleme görevini hazırladı. Bu noktayı biraz açıklayayım : Cemiyet, bütün
Makedonya'da teşkilâtını genişletti, faaliyetini hızlandırdı. Artık hemen hemen
açıktan açığa ve korkusuzca çalışmalara başlandı. Selânik'te, Ordu
Mareşallığı'nda bulunan Esat Paşa'ya
güven kalmadı. Kurmay Başkanı'mız olan Ali Rıza Paşa hakkında şüphe ye düşüldü.
Bunlar birer bir er, Sultan Hamid tarafından sorguya çekilmek üzere İstanbul'a
geri çağrıldı. Ordu Mareşallığı'na her bakımdan güven ve itimat uyandıran
Mareşal İbrahim Paşa tayin edildi ve Selânik'e gönderildi. İbrahim Paşa'nın
Selânik'e gelmekte olduğu haberi üzerine, Cemal Bey (rahmetli Cemal Paşa), ne
olur ne olmaz düşüncesiyle, bir vesile yaratarak merkezden uzaklaştı. Arkadaşım
Fethi Bey, zaten daha öncesinden Jandarma Okulu Komutanlığı'na geçmişti
Merkezde Ordu Komutanı ve Kurmay Başkanı adlarına yalnız ben bıılunuyordum.
Yeni gelen komutana İTçüncü Ord<ı Komutanlığı'nı ben devir ve teslim
edecektim. Gerçekten de öyle oldu. İbrahim Paşa,yanındaoğlu Nurettin Bey
olduğuhalde, trenle geç vakit Selânik'e vardı. Doğruca komutanlık dairesine
geldi. Orada kendisine durumu anlattım.
Gece olmasına rağmen, ordu
karargâhında görevli bütün komutanlan birer birer görmek istedi. Herkes gelip
kendini tanıtıyordu. Mareşal Paşa, her yeni tanıdığı zata, kendisinin ne kadar
şiddetli olduğunu, insanı yokedebilecek güçte bulunduğunu anlatmaya çalışır
birtakım tavırlar takınarak, hiç de yakışık almayan sözler söyleyerek, arasıra
çizmeli ayaklannı yere vurarak, ilk andaıı itibaren korkutma politikası
uygulamaya başladı. Gece evime gittim. Ertesi gün erkenden bir süvari, bir
binek atı getirdi ve Mareşal Paşa'nın beni istediğini söyledi. Daireye geldiğim
zaman anladım ki, benim göreve devam edebileceğimi emretmiş. . . İimdi
Efendiler, gelelim ihtilâl ve inkılâp safhasına... İbrahim Paşa'nın, korkutma
politikası, ihtilâl komitesinin gözdağı verici tutumuyla karşılandı. Paşa,
hiddet ve şiddetini bir tarafa bırakmak mecburiyetini duydu: Bu arada en çok
Cemal Bey (Cemal Paşa) vasıtasıyla ihtilâl cemiyetinin kuwetinden ve
teşebbüsündeki ciddiyetten İbrahim Paşa'nın oğlu haberdar edildi. Babasının
cemiyet aleyhinde bir harekette bulunmaması için uyanldı ve Paşa'dan teminat
istendi. Söz gelişi, Paşa, cemiyet aleyhinde hareket etmeyeceğini göstermek
üzere, Cuma namazını fiiân camide kılacak ve ikinci safta namaza duracaktır
gibi birtakım isteklerde bulunuldu. İşte Nurettin Bey bu gibi şeyleri babasına
duyurmak için aracı oIarak kullanılıyordu. Fakat önemli işlerde daha çok görevlendirilen
ve çalıştınlan, babasının emir subayı Nurettin Bey değil, cemiyetin üyesi ve
mutemedi olan, komutanlık makamının emir subayı Yüzbaşı Kâzım Nâmi Bey (şimdi
yazar ve öğretmendir) idi.
İbrahim Paşa, cemiyetin uyanlarına
uymak zorunda bırakıl- dı. Fakat, cemiyetin teşkilâtından, te ebbüslerinden
kararlarından ve a - ı işlerden hiçbi k' ş ' y p r va ıt haberdar
edilmemiştir. Iürriyet ve Meşrutiyet'in ilânından da, ne İ b r a h i m P a ş a
'nın ve ne de oğlu N u r e t t i n B e y'in daha önce hiçbir şekilde ve asla
ha- berleri de olmarıııştır. llIeşrutiyet'in ilânı konusunun tamamen içinde
bu- lunduğu duğum iç'ınv bu kon teferruat ve safhalan la ahsen ve akından
ilgili ol- nudaki hatıralanm olduğu gibi aklımdadır. Hürriyet ve Meşrutiyet
ilânı ile ilgili gösterilerde erken davrandığı sanılan Üsküp'teki hazırlıkIan
Selânik'te ve diğer yerlerde yapılacak ha- zırlıklara uygun bir şekilde
düzenlemek için İİsküp'e gitmiştim. Oradan dönüşümde ve artık her yerde füli
gösteriler ba ladıktan sonra, M a r e- gal tbrahim pa ş $ a beni çağırdı ve
şunları söyledi : Beni Ordu Komutanlığı nda bırakacak mısınız, bırakmayacak
mısınız? Bırakılmaya- cak isem, şahsım tecavüz ve hakarete uğratılmadan hemen
İstanbuI'a ha- reket edeyim. Iattâ Paşa, bürosu üstünde duran yazı hokkasını
eline ala- rak aynen hatırımda kalan şu kelimeleri de ekledi : •Burada benim
yal- nız bir hokkam var, onu alıı, giderim. Gerekenlerle görüştükten sonra
cevap verebileceğimi sö ledim. Ce- " y miyet adına yetkili olan diger
arkadaşlarla, İ b r a h i m P a ş a 'nın ko- mutanlığı konusunu görüştük. Bir
zaman için kalmasında sakınca görme- dik. Komutanlıkta kalacağını bildiren
cemiyet kararını kendisine ben teb- Iiğ ettinı. Fakat, bir iki gün sonra, dağa
çıkmış olan subaylardan bir te duğıı efendi, İbrahim Paşa'yabulun en yerden
hakaret dolu bir telgraf çekmiş... İbralıim Paş , k . a derhal beni çagırttı ve
teI rafı uzatarak dedi i . aBeni komutan olarak burada bırakacağınızı bildirmi
tiniz. Bu ha,karet nedir? Komutan Paşa'ya Cemiyet'çe kendisi için aldıİ ımız
ka- rarı bütün teşkilâta duyuracak kadar zaman geçmediğini, özellikle da"
g başında bulunan subaylanmızın herhangi bir telgraf merkezinden bu i- 'bi
telgrafları çekmeierine engel olmanın bugü g etmesi gerektiğin nlerde güç
olacağını kabııl i söyleyerek kendisini yatıştırmaya çalıştım. Fakat, aradan
çok geçmeden, o zaman Yunan Sınırı Komutanı bulunarı Muhlis Paşa, Cemiyetin
Manastır'daki Merkez Hey'eti tara fından Manastır'a davet edilmiş. . . Muhlis
Paşa, Ordu Komutanı İbrahim Paşa'dan izin almaksızın Manastır'a gitmiş. Bu
duruma canı sıkılan İbrahim Paşa, Muhlis Paşa'ya tekdir edici bir yazı
göndermiş... Bunun üzerine, Muhlis Paşa'yı davet eden Merkez Hey'eti, İbrahim
Paşa'yauzunbirtelgrafçekmiş...Budefada
Mareşal P a ş a beni çağırarak telgrafı gösterdi ve : aya bu ne?dedi. Telgrafı
baştan sona kadar okudum. Bu telgrafta Konyar aşiretinden Mareşal İbrahim
Paşa'nın bütün hayatı, geçmişi ve hayatının içyüzü açıklandıktan sonra, ağır ve
hakaret dolu kelimelerle, istibdat devrinin, Sultan H a m i d kulluğunun ender
rastlanır bir örneği olan İbrahim Paşa'nın hürriyet için çalışan bir çevrede,
hürriyet için çalışanlara komuta etmek cesaretinde bulunmasına şaşılıyor ve
hemen komutanlıktan çekilmesi ihtar ediliyor ve isteniyordu. Efendiler, bundan
sonra, İbrahim Paşa gerçekten Selânik'te duramadı. Dediği gibi bir hokkasını
alıp gitti. Bu bilgilerden sonra, Nurettin Paşa'nın, İİçürıcü Ordu Komutanı
bulunan babasıMareşal İbrahim Paşa ile Meşrutiyet inkılâbının yapılmasına ve
ihtilâlin aşırılıktan uzak ölçülerle ve engelsiz olarak yürütülmesine ne yolda
hizmet etmiş olduklarını anlamak kolay- laşmıştır, sanırım. Denildzği gibi,
aihtilâlin aşırılıktan uzak ölçülerle yü- rütülmesine de etkili
olamamışlardır. En ölçüsüz davranışlar, bizzat ken- dilerine yapılmış olan
muamelelerde görülmüştür.
HAL TERCÜMESİ BROşÜRÜNE GÖRE NURETTİN
PAşA'NIN MEşRUTİYET'İN İLANINDAN
SONRA GÖRDÜĞÜ HİZMETLER
Hal tercümesi broşürünün 4'üncü
sayfasında, Nurettin Paşa'nın, Rumeli'den İstanbul'a yürüyen Hareket Ordusu'na
katılarak vatan görevini yerine getirdiğinden söz edilmektedir. 31 Mart Vak'ası
dolayısıyla Rumeli'den İstanbul'a gönderilen kuvvetlerin komutanı, rahmetli
Hüsnü Paşa idi. Ben bu kuvvetlerin kurmay başkanı idim. Bu kuvvetlere Hareket
Ordusu adını veren, Hareket Ordusu'nun İstanbul'a kadar gidişini düzenleyen ve
yöneten bendim. Nurettin Bey'in bu kuvvetlere katılarak görev aldığını
bilmiyorum. Nurettin Paşa, birçokları gibi, Hareket Ordusu İstanbul'a
yaklaştığı zaman, Ayastefanos'a veya Makrıköyü'ne gelmiş olabilir.
Nurettin Paşa, «Yemen vilâyetinin
kurtarılması ve âsilerin sindirilmesi için yapılan savaşlarda birtakım tümen
birliklerine veya müfrezelere komuta etmiş...» Her tümen komutanı, her savaşta
aynı durumda bulunur.
Sonra, «San'a'nın kurtarılması
üzerine, orada yığınak yapmış olan askerî kuvvetlere komuta etmiş...»
Efendiler, asker olanlar çok iyi bilirler ki, bir yerde çeşitli ordu birlikleri
toplandığı zaman, orada bir merkez komutanlığı, bir mevki komutanlığı, bir
bölge komutanlığı veya ordugâh komutanlığı kurulur... Nurettin Paşa'nın
San'a'daki komutanlığı bundan başka bir şey miydi?
Nurettin Paşa, «İmam Yahya ile
anlaşma yapması için Ahmet İzzet Paşa'ya yardımcı olmuş...» Ahmet İzzet Paşa'ya
sormadım. Fakat, İzzet Paşa ile birlikte olup çalışmalarına yakından katılan
yetkili kimselerin söylediklerine göre, İmam Yahya ile anlaşma görüşmelerinde
Nurettin Paşa hiçbir şekilde yetkili kılınmamıştır.
Nurettin Paşa «Balkan savaşlarına
katılma arzusu göstererek Yemen'i kuzeyinden güneyine kadar geçip
Aden-Mısır-Suriye-Konya-İstanbul yoluyla Çatalca yakınlarında bulunan
Başkomutanlık Karargâhı'na katılmış ve komutanlığı açık bir tümen bulunmaması
dolayısıyla, kendi isteği ile gönüllü olarak 9'uncu Alay'ın komutasını» üzerine
almış. Nurettin Paşa'nın Yemen'den İstanbul'a gelmek için takip ettiği yol,
Yemen'den İstanbul'a gelen bütün asker ve sivillerin, kısacası herkesin takip
ettiği yoldu. Yol o idi. Nitekim, o tarihte biz de Afrika'da bulunuyorduk.
İstanbul'a gelmek için Afrika çöllerini batıdan doğuya Mısır'a kadar deve ile
geçtikten sonra, İskenderiye ile Triyeste arasındaki bütün Akdeniz'i ve
Adriyatik denizini güneyden kuzeye ve Triyeste'den Bükreş'e kadar Avrupa'yı ve
ondan sonra da Karadeniz'i geçerek aynı karargâha ulaşmıştık. Yol buydu.
Nurettin Paşa, bu noktada asıl söylenmesi gereken konudan söz etmiyor. Nurettin
Paşa, albaylıktan binbaşılığa indirildikten sonra, Yemen birliklerinde görev
yapmak üzere yarbaylığa yükseltilmiştir. Bu yükselmenin gereği olarak,
yarbaylıkta Yemen'de iki yıl kalmak lâzım gelirken, vaktinden önce İstanbul'a
gelerek kurtulma yolunu bulmuştur.
Hal tercümesi broşürünün 6'ncı ve
7'nci sayfalarında, Nurettin Paşa'nın Irak Komutanlığı'ndan söz ediyor ve yerli
imkânlara başvurarak yeniden ordu kurup dost ve düşmanların umduklarının ve
beklediklerinin aksine, yenilgiden zafere ulaşma harikasını gösterdiği
belirtiliyor.
IRAK SEFERİNDE NURETTİN PAşA
Efendiler, Irak seferinde, Nurettin
Paşa zamanındaki durumun içyüzü şundan ibarettir :
İlk Irak Komutanı olan Süleyman
Askerî Bey'in yenilgiye uğrayıp intihar etmesinden sonra, Irak'a Kafkasya'dan
yeni birlikler ge linceye kadar, savaşlar, İngilizlerin istcğine ve yürüyüş
hızlarına bağlı kalmıştır. Nurettin Paşa, Kûtülamare'de İngilizlere yenildikten
sonra, gece gündüz ve hiç bir direnme göstermeden yürüyerek Selman pâk'a kadar
perişan bir şekilde geri çekildi.
İngilizler, Nurettin Paşa'yı
kovalayarak Selmanpâk'a kadar ilerlediler. Orada, Kafkasya'dan gönderilmiş olan
birlikler, İngiliz birlik lerini karşıladı. Üç gün savaştıktan sonra, Nurettin
Paşa yenilgiyi kabul ederek geri çekilme emri verdi.Birlikler, Diyale ırmağına
kadar ku zeye çekildi. İngilizlerle süvari bağlantısı kurma yolu bile aranmadı.
Hal buki, aynı zamanda, İngilizler de geri çekilmişlerdi. Bu bilgiyi veren çöl
Araplarıydı. Ondan sonra Nurettin Paşa, kendini toplayıp yeniden
Selmanpâk-Kûtülamare yönünde ilerledi.
Kûtülamare kuzeyinde, gece İngiliz
birlikleri ile karşılaşıldı. Tedbir sizlik, düzensizlik ve idaresizlik yüzünden,
birliklerimiz şafak vakti düş nıanın ateş baskınına uğradı. Er, subay ve
komutan olmak üzere birçok kayıp verildi. Birliklerde panik oldu. Kendiliğinden
geri çekilme başladı. İngilizlerin çekilmesi üzerine ortalık yatıştırılabildi.
Irak'ta yeni birlikler ve yeni
vasıtalarla büyük ve kanlı savaşlar bun dan sonra başlar ki, Nurettin Paşa'nın
bunlarla alâkası yoktur.
Broşürün aynı sayfalarında,
"Nurettin Paşa, İngilizlerden ele geçirdiği uçaklarla da bir uçak filosu
meydana getirmek gibi çok büyük başarılar gösternıiştir" deniliyor.
Bu iddianın pek cahilce olduğunu
söylemek zorundayım. Uçağın ve uçak filosunun ne olduğunu bilenler, böyle bir
iddianın ne kadar gülünç olduğunu elbette anlarlar.
BÜYÜK TAARRUZ'DA NURETTİN PAşA SAVAş
MEYDANINI DÜRBÜNLE
SEYRETMEYİTERCİH EDİYORDU
Broşürün sekizinci sayfasında,
Nurettin Paşa'nın dürbünle bakarken alınmış bir resmi vardır. Bu resmin altında
şu sözler yazılıdır :
"26 Ağustos 1922 taarruz günü
Kocatepe gözet leme yerinde Karahisar Meydan Muharebesi idare ederken alınan
fotoğraflarıdır.
O gün hep aynı tepedeydik. Dürbünle
bakanlar çoktu. Dürbünle en çok bakanlar, özellikle gözetleme görevi verilen
subaylardı. Gerçekten, Nurettin Paşa'nın da savaş meydanını dürbünle seyretmeyi
ter cih ettiğini ben de farketmiştim.
Karahisar - Dumlupınar Meydan
Muharabesi yapılırken, "Başkomu tanlık Meydan Muharebesi'nin yapıldığı
gün" bir aralık, Nurettin P a ş a'yı kolordu komutanı Kemalettin Paşa'nın
(şimdiki Berlin Büyükelçisi ) gözetleme noktasında, durumu dürbünle seyrederken
bul dum. Birliklerimiz düşmanı yakından sıkıştırmış, nazik ve önemli bir du rum
ortaya çıkmıştı. "Dürbünle seyretmeyi bırakınız' Savaşı yakından ve bizzat
idare etmek için, ileri ateş mevzilerine gideceğiz" dedim.
Nurettin Paşa, bu kadar yaklaşmanın
doğru olmadığını söy leyerek gitmek istemedi. Canım sıkıldı. "Siz burada
kalabilirsiniz" dedim. Kemalettin Sami Paşa'ya : " Siz benimle
geliniz! " dedim ve otomobilime yürüdüm. Kemalettin Paşa :
"emredersiniz" dedi ve benimle beraber yürüdü. Bu davranış üzerine,
dürbünün başında yalnız bırakılan Nurettin Paşa'nın da arkamızdan geldiğini
gördük. De diğim yere gittik. Yunan ordusunun esareti ile sonuçlanan o savaİı,
en ince noktalarına kadar bizzat idare ediyor ve gereken emirleri, doğrudan
doğruya kolordu komutanlarına ve diğer komutanlara ben veriyordum.
Verdiğim emirlere göre tedbirler
alınıp gerekli uygulamalara geçilir ken, Ordu Komutanı Nurettin Paşa yanımda
duruyor ve durumu seyrediyordu. Bir aralık, kolordu komutanını benim yanımdan
uzaklaştı rarak bazı emirler vermeye kalkışmış... Kolordu Komutanı bu emirleri
uygulanabilir nitelikte bulmamış; ordu komutanı ile kolordu komutanı arasında
neredeyse saygısızca bir çatışma durumu ortaya çıkmış. . . Kemalettin Sami
Paşa, Nurettin Paşa'nınyanındanbiraz sertçe bir muamele ile ayrılmış. . Bu
durumun farkına vardım. Kemalettin Sami Paşa'yı yanıma çağırıp, sükûnet ve
disiplini koruması gerektiğini söyledim. Daha sonra, yaInız olarak Nurettin
Paşa'yı çağırttım. Genel olarak bazı sorular sordum ve anlatmak istedim ki,
kolordu komutanına verdiği emrin gerçekten de uygulanması mümkün değildir.
Komutanlar, emir vermiş olmak için emir vermezler. Gerekli, uy gıılanabilir
olan hususları emrederler ve emir verirken, kendini, o emri yerine getirecek
olanın yerine koymak ere emrin nasıl yerine getirilip uy gulanacağını düşünmek
ve bilmek gerekir.
Hal tercümesi broşürünün 9' uncu
sayfasında, Irak'tan sonra "Kaf kas cephesine gitmiş olan Nurettin
Paşa'nın 3 üncü Ordu Bölgeleri Komutanlığı'nda ve Ordu Komutanlığı
Vekilliği'nde bir süre" bulunduğu yazılıdır. Bu görevlerzn nasıl birer
görev olduğunu ve bu sürenin kaç gür olduğunu sormak lâzımdır.
Nurettin Paşa, Kafkas Cephesinden
İstanbul'a dönüşünde " Aydın, Muğla ve Antalya Bölgeleri
Komutanı" ünvanı ile İzmir'e
gitmiş ve orada bulduğu, çoğunu 40 yaşından yukarı askerlik çağını aşmış
erlerirt oluşturduğu dağınık birkaç birliği yeniden düzenleyerek ve yeni türk
menler kurarak 21' inci Kolorduyu meydana getirmiş.
Efendiler, kolordu kurma işi, son
zamanda, Birinci Dünya Savaşı' nın fantazileri sırasına geçmişti. Özellikle,
karşısında düşman bulunmayan sabit bölgelerde, askerlik şubeleri ve
başkanlıkları kuruyormuşçasına bir kolaylıkla, kolordu komutanlıkları kurulur
ve yetkiler verilirdi. Gerçek ten bütün savaş cepheleri imdat diye feryat
ederken, 21' inci Kolordu, de ğer verilen bir varlık olsaydı, Aydın bölgesinde
yüzüstü bırakılmazdı.
HAL TERCÜMESİ BROşÜRÜNE GÖRE NURETTİN
PAşA'NIN İSTANBUL'DA VE ANADOLU'DA GÖRDÜĞÜ ÖNEMLİ İşLER NELERDİ?
Broşürün 16' ncı sayfasında Nuretti
Paşa'nın "Anadolu'da Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının teşebbüsleriyle
başlayan Millî Mücadele liderleri ile de ilişki kurarak..." İstanbul'da
bir takım önemli işler yaptığından, sonunda İngilizler tarafından takibe
başlanmış olduğundanu ve Mustafa Kemal Paşa 'dan aldığı davet yazılarında,
artık İstanbul'dan çok Anadolu'da hizmet edilebileceğinin bildirilmesi üzerine
Anadolu'ya geçmiş olduğundan söz ediliyor.
Efendiler, Nurettin Paşa'nın
İstanbul'da İngilizlerle ve Damat Feri Paşa Kabinesi'yle anlaştığını,Ankara'da
kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden ve onun hükûmetinden habersiz olarak,
bizi, İstanbul ile uyuşturmaya çalıştığını ve bu münasebetle arada geçen
telgraf haberleşmeleri üzerine Ankara'ya geldikten sonraki davranışlarını yeri
geldiğinde anlatmıştım. Bunları tekrar etmeyeceğim.
18'inci sayfada : Yukarıda sayılan
vatan hizmetlerini başarı ile yerine getirmiş olan Nurettin Paşa ile Büyük
MiIlet Meclisi arasında bazı resmî işlerden dolayı anlaşmazlık çıkması üzerine,
kendisi hemen Ankara'ya gelmiş ve bu anlaşmazlık olumlu bir çözüme bağlanarak
giderilmiştir ifadesine rastlanmaktadır.
Nurettin Paşa'nın, Hükûmetçe nasıl
Merkez Ordusu Komutanlığından alınarak Divan-ı Harb'e verilmek üzere Ankara'ya
getirildiğini ve Meclisin, kendisine karşı gösterdiği şiddetIi tepki, idamını
isteyecek kadar ileri gitmişken, Başkomutan sıfatıyla, şahsen Meclis
kürsüsünden, N u r e t t i n P a ş a'yı savunarak nasıl kurtarmış olduğumu da
açıklamıştım. Burada yeri gelmişken yalnız bir noktaya dikkatinizi çekmek
isterim. Söz konusu broşürde yer alan ifadeye göre, bir Türkiye Büyük Millet
Meclisi vardır, bir de N u r e t t i n P a ş a... Bunlar karşı karşıya
gelmişler ve aradaki anlaşmazlık giderilmiş... Bilindiği gibi, Meclis ile karşı
karşıya gelebilen yalnız Hükûmet'tir. Meclis'in karşısında Hükümet vardır. Bir
ordu komutanı; bir vali ve herhangi bir makam sahibi Meclis'in muhattabı
olamaz. Broşürün 18'inci sayfasının son satırları, Nurettin Paşa' nın Tanrının
lûtfuyla, vatanı tehlikeden kurtaran büyük zaferin başarıcısı ve yaratıcısı
olduğunu, millî tarihe bu defa pek önemli ve benzeri görülmemiş bir şeref ve
iftihar sayfası eklemeyi sağlamış bulunduğu....." nu açıklamaya
ayrılmıştır.
NURETTİN PAşA, ZAFERDEN PAY ALMAYA EN
AZ HAKKI OLANLARDAN BİRİDİR
Efendiler, bu kadar cür'etli bir
iddia karşısında İaşırmamak ve böyle bir iddiayı garip karşılamamak mümkün
değildir. Gerçekten de Nurettin Paşa genel taarruzda 1' inci Ordu
Komııtanlığı'nda bulundu. Diğer bütün komutanlarla birlikte kendisine
emrettiğimiz görevleri yapmaya çalıştı. Bu durum, bütün Türk ordusuna ve
ordumuzun büyük küçük bütün komutanlarına, subaylarına ve her erine ait olmak
tabiî bulunan bir başarıyı ve şerefi, Nurettin Paşa'nın kendi şahsına
malettirmesini gerektirmez. Bu iddia kadar anlamsız, asılsız ve ayıp bir
şey olamaz. Nurettin Paşa'yı
kazanılan zaferin yaratıcısı gibi göstermek olsa olsa kendisiyle alay etmek
maksadına dayanabilir. Yoksa, Nurettin Paşa, Büyük Zafer'in şerefinden pay
almaya en az hakkı olanlardan biridir.
Efendiler, Büyük Taarruz'da,
Nurettin Paşa'yı, yalnız taarruzun ikinci günü Kocatepe'de yalnız bırakmıştım.
Çünkü, düşmanın yenildiğini ve geri çekileceğini anlamıştık. Yenilgisini
bozguna çevirmek ve geri çekilme hattını keserek düşman ordusunu esir etmek
için, artık Kocatepe'de değil, durumu daha genel olarak gözden geçirecek ve ona
göre etraflı tedbirler alacak yerde bulunmamız gerekiyordu. O gün bile, Cephe
Komutanı İsmet Paşa'nın uygun görüp benim imzam ile yazdığı cesaret verici kısa
bir yazıyı telefonla okuyarak Nurettin Paşa 'nın maneviyatını kuvvetlendirmek
için tedbir almak gereği duyulmuştu
NURETTİN PAşA'YI VE ORDUSUNU BİZZAT
TAKİP ETMEK VE YÖNETMEK ZORUNDA
KALDIM
Ondan sonra, Nurettin Paşa'yı ve
ordusunu bizzat takip etmek ve yönetimine müdahele etmek zorunda kaldım. Böyle
yapmasaydım, Nurettin Paşa'nın yaptığı hatâları düzeltmek güçleşirdi.
Dumlupınar'da, ordusunun Kurmay başkanı Emin Paşa'nın ileri hareket için hazırladığı
harekât emrinin kapsamını anlamayan, fakat anlamamış değil de daha iyisini
düşünmek ve yapmak istiyormuş gibi davranan Nurettin Paşa'nın bir kararsızlığa
düşmesi üzerine, kararsızlıkla geçirilecek zaman olmadığını hatırlatarak
gereken talimatı bizzat yazdırdığım zaman Nurettin Paşa bana demiştiki:
"Paşam siz bizi yalnız ve serbest bırakmıyorsunuz!" Buna orada
bulunan Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri, ciddî bir dille ve şu yolda
cevap verdi : "Paşa, paşa dedi. Bu ordu bizim ve bütün memleketin göz
bebeğidir. Onun sevk ve idaresini tesadüfe bırakamayız! "
Dumlupınar'dan Uşak'a giderken,
yolda Nurettin Paşan' nın aldığı tedbirlerdeki yetersizliğin farkına varıp,
Nurettin Paşa'nın tümenlerine bizzat emir vererek tedbir aldırmasaydım,
Trikopis' in esir düşmesi mümkün olmayabilirdi. Uşak'ta beklenmedik kötü bir
durumla karşılaşabilirdik. İzmir'e vardıktan ve hükûmet dairesine girdikten
sonra, güneyden gelen top ve tüfek seslerini bizzat işitip, Nurettin Paşa'nın
tedbirsizliğini ve gafletini anlayıp doğrudan doğruya kendim emir vererek
tedbir aldırmasaydım, İzmir'e girmiş ve İzmir sokaklarında halkın arasına
karışmış olan birliklerimizin, biz de içinde olduğumuz halde, paniğe kapıIarak
darmadağın olması ihtimalden uzak değildi.
İşbilirlik ve ileri görüşlülük
iddiasında bulunan Nurettin Paşa'nın, İzmir'de yabancı memurlarla yaptığı zapta
geçmiş konuşmasını bizzat düzeltmeseydim, İzmir'e girmekten doğan genel
sevincin sönmesine yol açacak durumlardan kaçınmak belki de mümkün
olmayacaktı.
Efendiler, bu söylediklerim, ordunun
bütün ileri gelenlerince bilinen gerçeklerdir. Bu gerçekleri yalnız bir kişinin
farketmediği anlaşılıyor. O da N u r e t t i n P a ş a 'dır. Kuşatıcı, galip,
fâtih, gazi ünvanlarıyla kendini hatırlatmak gibi çocukça bir sevdaya kapılan N
u r e t t i n Paşa'nın, "Kûtülâmare kuşatıcısı Nurettin Paşa" diye
bir kartını görmüştüm. Nurettin Paşa bu kartı,
Taşköprü'de otururken, Kastamonu
Valisi ve o bölgenin komutanı bulunan Muhittin Paşa'ya (şimdiki Kahire
Büyükelçisi) göndermiş. Kartın boş yerlerine yazdığı yazılarda, karttaki ünvana
işaret ederek, "bunu da benden kimse alamaz ya!" diye bir ibare
vardı. Muhittin Paşa, bu kartı ve karttaki yazıyı, akıl ve ferasetle bağdaşır
görememiş ve dikkate değer bulmuş olduğundan aynen bana göndermişti. Evet, onu
ondan kimse geri alamaz. Fakat onu ona veren de yoktur. Her başarılı savaşa
katılan kimsenin, hakkı olmadığı halde kendisini başarının tek kazanıcısı ve
galibi ilân etmesi, örnek alınacak bir ahlâk kuralı değildir. Memleketin
çocuklarına, böyle asılsız tarz ve tavırlar takınma alışkanlıkları veremeyiz.
Gelecek nesillere, böyle havadan galip, fatih olunabileceği gibi sakat bir
düşünceyi miras bırakamayız.
MİLLET VE TARİH ÜNVAN VERMEKTE O KADAR
CÖMERT DEĞİLDİR
Hal tercümesi broşürünün kapağındaki
"gazi" ünvanının kullanılmasına gelince, bu ünvanı, Nurettin Paşa'ya
(A.S.) harfleri verebilir. Fakat, gerçek ve kanun bununla yalnız ve sadece alay
eder. Gerçi savaşa "ya şehit ya da gazi olmak için" gidilir. Genel
olarak, kahramanlık meydanında ölenlerin hepsine şehit derlerse de, sağ
kalanların hepsine gazi ünvanı verilmez. Bu ünvanı ancak kanun verir. Medenî
bir milletin yüksek çıkarları uğruna yapmaya mecbur olduğu harpler, Arap
aşiretlerinin dolayısıyla biribirine karşı açtıkları gazve (203) değildir. Öyle
bile olsa, bu savaştan sağ salim çıkanlara belki yalnız anaIarı babaları takdir
için "benim gazi oğlum!" diyerek övünürler. Fakat millet ve tarih
ünvan vermekte o kadar cömert değildir.
Hal tercümesinin son sayfasından da
bir cümle alarak bu hikâyeye son verelim: Nurettin Paşa
"Irak cephesinde iken yerli
halk tarafından kendisine verilmiş bulunan, Peygamber Hazretlerinin Kerbelâ'da
yatan torunu İmam Hüseyin Hazretleri 'nin mübarek kılıcını taşımakla şeref
duymaktadır."
Efendiler, bu ne lâftır!
Kerbelâ, Peygamber'in torunu, imam,
mübarek kılıç, şeref duymak gibi, cahil takımının hoşuna gidecek lâflarla
milleti kandırma politikasını benimseyenler, artık insaf etsinler!.. Millet de
dikkat ve uyanıklığını artırsın !. .
Efendiler, tek başlarına hareket
ederek başarı elde edemeyecelclerini anlayan bazı kimseler de ikiyüzlü
davranışlarla içimize girme yolunu bulabilmişlerdir. Bunların içyüzü İkinci
Meclis toplanıp göreve başladıktan sonra görülecektir.
BÖLÜMLER - LİNKLER
1. Kuva-i Milliye (Ulusal Güçler) Dönemi :
Atatürk'ün 19.Mayıs.1919 tarihinde Samsun'a çıkışından başlayan ve Anadolu'ya hareketi ile devam eden, kongreler, ön çalışmalar, ordu müfettişliği zamanı, geri çağrılması, idam fermanı, sivil yaşama geçişi, tarihi belge niteliğini taşılan telgraf teatileri, ortu kumandanları ile vilayet mutasarraflarının durumları, görüşleri, payitahtın ne pahasına olursa olsun yeni bir devlet kuruluşunu engelleme çalışmaları, meclisin toplanma aşamasına kadar geçen dönem.
Bölümleri :
1.Bölüm : Ata'mızın Samsun'a çıkışından itibaren, Kavak, Havza üzerinden Amasya, ardından Tokat üzerinden Sivas ve kongre için hazırlıklar. Sayfaya Git
2.Bölüm : Erzurum Kogresi hazırlıkları ve yapılması, arkasından önemli kararların alınacağı Sivas Kongresi. 1 ve 2 nci Bölümler Atamızın en tehlikeli günleridir, görevinden ayrılmış, her an yakalanma durumu, valiler ve askeri komutanların bazıları tereddüt içinde ve telgraflar-Mektuplar... Sayfaya Git
3.Bölüm : Sivas kogresi karşıtları, manda yönetimi tartışmaları, Ali Galip diye birisi ve telgraflar. Nutuk okunmaya devam edildikçe, özellikle TCDD da benim bulunduğum görev olduğu için değinmek isterim: Posta İdaresinin Telgraf sistemleri, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasında en önemli yeri işgal eden bu sistem aynen demiryollarında da mevcuttu ve sistemin devamlı faal durumda olması, Telgraf hatlarından alın, makina ve enerji kaynaklarına bakan teknik elemanları ile telgraf makina operatörlerine kadar tüm personelin gece-gündüz, bayram-tatil demeden fedakarlıkla görev başında bulunmasına bağlıdır. Sayfaya Git
4.Bölüm : İstanbul ile tamamen iplerin kopması, İst. hükümet değişiklikleri, Konya eski valisinin ihaneti ve telgraflar...Sayfaya Git
5.Bölüm : Milli teşkilak genişliyor, halk tarafından benimseniyor, Atamızın önemli paşalarla bizzat veya tlegrafla görüşmesi.Sayfaya Git
6.Bölüm : Yeni seçilen milletvekillerine verilen direktif, İst.Meclis-i mebusanın İst. dışında toplanması gerektiği, mevcut hükümetin resmen işgal kuvvetleri emrine girmesi ve telgraflar...Sayfaya Git
7.Bölüm : Sivas'dan Ankara'ya hareket, Bayburt'ta yalancı peygamber, Genç subaylara cephe alan Dahiliye Nazırı, Ankara'ya gelen yeni milletvekilleri, Misak-ı milli hazırlıkları ve telgraflar...
Sayfaya Git
8.Bölüm : Anadolu'daki yabancı subayların tutuklanma girişimi, İst. hükümetinin düşürülmesi gerektiği, Atamızın millete yayınladığı bildiri, Büyük Millet Meclisinin toplanması, Ankara Hükümetinin kurulma çalışmaları.Sayfaya Git
M.Kemal Paşa Samsun'da Bandırma Vapurundan inmiş, sandalda.
2. Türkiye Büyük millet Meclisi Dönemi :
23.Nisan.1920 Tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin resmen açılışı yapıldıktan sonra, ülke yönetim sistemi için yapılan çalışmalar, kanunlar, istiklal savaşlarının galibiyetle sonuçlanması, anlaşmalar ve Cumhuriyetin kurulma aşamalarına kadar geçen dönem.
Bölümleri :
1.Bölüm : Atamızın TBMM başkanlığına seçilmesi ve diğerleri İçindekilerde.Sayfaya Git
2.Bölüm : Çerkez Etem olayları ve diğerleri İçindekilerde.Sayfaya Git
3.Bölüm : Hilafet konusu, Londra konferansı ve diğerleri İçindekilerde.Sayfaya Git
4.Bölüm : Anadolu'da çıkan isyanlar, Merkez Ordusu kurulması ve diğerleri İçindekilerde.
Sayfaya Git
5.Bölüm : Saltanatın kaldırılması kararı, Vahdettin'in kaçırılması ve diğerleri İçindekilerde.
Sayfaya Git
6.Bölüm : Lozan -Mondros, İsmet Paşa ile bazı paşaların anlaşmazlığı ve diğerleri İçindekilerde.Sayfaya Git
TBMM nin açılış töreni
3. Cumhuriyet Dönemi :
29.Ekim.1923 Taürihinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin resmen ilan edilmesinin ardından, Nutuk söylevinin mecliste okunduğu tarih olan 15.Ekim.1927 e kadar geçen dönemde yapılan köklü çalışmalar, alınan kararlar, çıkartılan kanunlar ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin geri dönülmez biçimde dünyaya duyurulması ile tanınması.
Bölümleri :
1.Bölüm : Atamızın C.Başkanı seçilmesi, Halifelik yorumları ve diğerleri İçindekilerde.Sayfaya Git
2.Bölüm : Kazım Karabekir olayı, Rauf Bey ve Cumhuriyet ve diğerleri İçindekilerde.Sayfaya Git
Ana Sayfaya Git
1. Kuva-i Milliye (Ulusal Güçler) Dönemi :
Atatürk'ün 19.Mayıs.1919 tarihinde Samsun'a çıkışından başlayan ve Anadolu'ya hareketi ile devam eden, kongreler, ön çalışmalar, ordu müfettişliği zamanı, geri çağrılması, idam fermanı, sivil yaşama geçişi, tarihi belge niteliğini taşılan telgraf teatileri, ortu kumandanları ile vilayet mutasarraflarının durumları, görüşleri, payitahtın ne pahasına olursa olsun yeni bir devlet kuruluşunu engelleme çalışmaları, meclisin toplanma aşamasına kadar geçen dönem.
Bölümleri :
1.Bölüm : Ata'mızın Samsun'a çıkışından itibaren, Kavak, Havza üzerinden Amasya, ardından Tokat üzerinden Sivas ve kongre için hazırlıklar. Sayfaya Git
2.Bölüm : Erzurum Kogresi hazırlıkları ve yapılması, arkasından önemli kararların alınacağı Sivas Kongresi. 1 ve 2 nci Bölümler Atamızın en tehlikeli günleridir, görevinden ayrılmış, her an yakalanma durumu, valiler ve askeri komutanların bazıları tereddüt içinde ve telgraflar-Mektuplar... Sayfaya Git
3.Bölüm : Sivas kogresi karşıtları, manda yönetimi tartışmaları, Ali Galip diye birisi ve telgraflar. Nutuk okunmaya devam edildikçe, özellikle TCDD da benim bulunduğum görev olduğu için değinmek isterim: Posta İdaresinin Telgraf sistemleri, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasında en önemli yeri işgal eden bu sistem aynen demiryollarında da mevcuttu ve sistemin devamlı faal durumda olması, Telgraf hatlarından alın, makina ve enerji kaynaklarına bakan teknik elemanları ile telgraf makina operatörlerine kadar tüm personelin gece-gündüz, bayram-tatil demeden fedakarlıkla görev başında bulunmasına bağlıdır. Sayfaya Git
4.Bölüm : İstanbul ile tamamen iplerin kopması, İst. hükümet değişiklikleri, Konya eski valisinin ihaneti ve telgraflar...Sayfaya Git
5.Bölüm : Milli teşkilak genişliyor, halk tarafından benimseniyor, Atamızın önemli paşalarla bizzat veya tlegrafla görüşmesi.Sayfaya Git
6.Bölüm : Yeni seçilen milletvekillerine verilen direktif, İst.Meclis-i mebusanın İst. dışında toplanması gerektiği, mevcut hükümetin resmen işgal kuvvetleri emrine girmesi ve telgraflar...Sayfaya Git
7.Bölüm : Sivas'dan Ankara'ya hareket, Bayburt'ta yalancı peygamber, Genç subaylara cephe alan Dahiliye Nazırı, Ankara'ya gelen yeni milletvekilleri, Misak-ı milli hazırlıkları ve telgraflar...
Sayfaya Git
8.Bölüm : Anadolu'daki yabancı subayların tutuklanma girişimi, İst. hükümetinin düşürülmesi gerektiği, Atamızın millete yayınladığı bildiri, Büyük Millet Meclisinin toplanması, Ankara Hükümetinin kurulma çalışmaları.Sayfaya Git
M.Kemal Paşa Samsun'da Bandırma Vapurundan inmiş, sandalda.
2. Türkiye Büyük millet Meclisi Dönemi :
23.Nisan.1920 Tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin resmen açılışı yapıldıktan sonra, ülke yönetim sistemi için yapılan çalışmalar, kanunlar, istiklal savaşlarının galibiyetle sonuçlanması, anlaşmalar ve Cumhuriyetin kurulma aşamalarına kadar geçen dönem.
Bölümleri :
1.Bölüm : Atamızın TBMM başkanlığına seçilmesi ve diğerleri İçindekilerde.Sayfaya Git
2.Bölüm : Çerkez Etem olayları ve diğerleri İçindekilerde.Sayfaya Git
3.Bölüm : Hilafet konusu, Londra konferansı ve diğerleri İçindekilerde.Sayfaya Git
4.Bölüm : Anadolu'da çıkan isyanlar, Merkez Ordusu kurulması ve diğerleri İçindekilerde.
Sayfaya Git
5.Bölüm : Saltanatın kaldırılması kararı, Vahdettin'in kaçırılması ve diğerleri İçindekilerde.
Sayfaya Git
6.Bölüm : Lozan -Mondros, İsmet Paşa ile bazı paşaların anlaşmazlığı ve diğerleri İçindekilerde.Sayfaya Git
TBMM nin açılış töreni
3. Cumhuriyet Dönemi :
29.Ekim.1923 Taürihinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin resmen ilan edilmesinin ardından, Nutuk söylevinin mecliste okunduğu tarih olan 15.Ekim.1927 e kadar geçen dönemde yapılan köklü çalışmalar, alınan kararlar, çıkartılan kanunlar ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin geri dönülmez biçimde dünyaya duyurulması ile tanınması.
Bölümleri :
1.Bölüm : Atamızın C.Başkanı seçilmesi, Halifelik yorumları ve diğerleri İçindekilerde.Sayfaya Git
2.Bölüm : Kazım Karabekir olayı, Rauf Bey ve Cumhuriyet ve diğerleri İçindekilerde.Sayfaya Git
Ana Sayfaya Git
Follow @AlpWebSite
Bizi Takip Edin
Tweetle
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder